11 Mayıs 2009 Pazartesi

Kuyu

“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” der Münir Nurettin Selçuk, kuyu duygusuna en yaklaştığı zamanlarda..

Kuyuyu bir metafor olarak anlayabilirim/anlayabilir herkesler. Ama kaçarken sığınılabilecek adres olarak gösteremez kimseler.

Derinliğinde bozuk bir maya var bu ülkenin, samimiyetsizlik ve yalan...

Karanlığında dahi hile var bu toprakların; sürekli ölüme çıkan yolları, yok edişin ve edilişin kanıksanması beklenen açmazları var. Kirlendiğini hissettikçe temizlenme isteği nasıl artarsa öylece yapışır kirlilik iç yakalara...Kirli yakaları var bu ülkenin...Şöyle adamakıllı tutup kavrayamadığımız, hesabını soramadığımız...

Bu ülke ne zaman bu hale geldi diye sorulurdu hep. Saçı başı ne zaman dağıldı, gözlerine ne zaman kum doldu, ayakları ne zaman çatladı, ne zaman dağlandı kalbinin kuyusu?

90'lı yıllarda liseye giderken ve uzun defterlerin arkalarına gömerken gazetemizi, her teneffüste kayıp ilanlarına gözlerimiz dalarken, gidenlerin neden gelmediğini ne kadar incelttiğimizi anladım. Sevgililer giderdi, aşk biterdi, buna dair şiirler olurdu, ayrılık yakıcı, kesif kokusuyla işlerdi içimize ve biz tüm fotoğrafı bundan ibaret sanırdık...Romanlarda arardık kayıplarımızın izini, izlediğimiz bir filmde en hüzünlü sahneye sığınır, rahatlardık...

Ve yıllar yıllar sonra biraz büyümüş, çokça unutmuş ve affedilmiş olarak karşılaşırdık. Gönlümüzün kuyularından çıkıp gelen sevgililer bize 'hiçbir şey bu hayatın içinde kaybolmuyormuş aslında' dedirtirdi.

Yalanmış...Çocukmuşuz ve kaybolmayana tutulmuşuz.

****

Kazılan kuyularda, ki kuyu nasıl kazılır, iğneyle mi hala?-kemik, kazak parçası, kürek kemiği, postal artığı çıkmaya başlayınca...

Kime ait olduğunu bilemediğimiz bir yaranın umutla sızladığını anlayınca...

Sahibine yanlış zamanda yanmış yerde ulaşan bir parça kemiğin nasıl çare olduğunu kavrayınca...

Bu ülke bu hale nasıl getirildi yahu, demeden geçmiyor günümüz artık.

Yorulur insan düşünmeye...

Elimde hesap makinesi, 1990-2000 yılları arasında en başta bölge kentleri olmak üzere ülkenin çoğu yerinde durup dururken yok olan, kaybedilen, haberli alınan bir daha geri getirilmeyen 1188 kişiyi düşünüyorum.

1188 kişi...

Asit kuyularında erimiş/eritilmiş/küle çevrilmiş 1188 kişi...

Külden komşuluklar kurmuşlar. Esmerlikleri hiç bu kadar yakıcı olmamış, bu kadar sarılmamışlardı birbirlerine...

Kokmamışlar ve korkmamış gözlerle bakmışlar değerken tenleri tenlerine. Ölürken dahi uzamamış tırnakları. Batmamış hiçbirinin eksikliği diğerine...

Sadece akmışlar...Kuyularını kendi kayıp halleri ile doldurmuş, habersiz bırakmışlar maviden anımsadıkları gökyüzünü... Çığlık atacak kadar zamanları olmamış, ıslık çalacak mecalleri...

Bir aşk gibi gelmedikleri dünyaya “bir aşk gibi gittik” diyememişler...

Saçları yolunmuş, güzleri oyulmuş ve tırnak diplerine kumlar dolmuş bu ülkenin. Kendi çocuklarını ölüm kuyularında sahipsiz bırakacak kadar içi oyulmuş.. Çocuklarını kuyularda unutmuş bu ülke... Üzerine bir avuç toprak atamayacak kadar kül doğurmuş bu ülke...

“Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” der Münir Nurettin Selçuk, kuyu duygusuna en yaklaştığı zamanlarda..

Şimdi merdiven uzatsak o kör kuyulara, açsak hayatın yollarını birilerine, kim ağır ağır çıkıp, 20 yıl sonra gülümseyebilecek hayata?

Kemiğine bakarak, “oğlum/kocam/kızım/kardeşim” diyebilecek mi bir ana, bir yar, bir abla? Tanıyacak mı esmerliğinin acısını bir parça postaldan? Acısından bulacak mı kayıbını?

Ya bu ülke?

Bu kadar özrü nasıl dileyecek hayattan, nasıl telafi edecek ölümcül ayıbını?
Güler Yıldız

Sansürsüz.com / 11.05.09