İnsanları ve toplumları fiziki ve psikolojik olarak uyuşturmak, bunun için çok çeşitli maddi ve psikolojik araç ve yöntemleri kullanmak kimin işi olabilir? Böyle faaliyetlere kim gereksinim duyabilir ya da öteden beri bu işleri kim yaptı? Kuşkusuz edindikleri amaçlara ancak insanları uyuşturmakla ulaşabilecek olanlar bunu yapabilirler. Tarihten beri iktidar mücadeleleri içerisinde ve dar çıkarlar peşinde olan kesimler, toplumları zihinsel, psikolojik ve bünyesel olarak uyuşturmayı ve teslim almayı ön koşul olarak bellemişlerdir. Toplum içerisinden çıkan direniş öncülükleri ve önderlikler ise insanlığa dayatılan bu cendereyi parçalamayı hedeflemişlerdir. ABD Hazine bakanlığı yine pervasız ve aslında kendisinden beklenen bir kararın altına imza attı. Güya Kürt Özgürlük Hareketi, uyuşturucu işiyle uğraşıyormuş. Elbette bunun gerçeklikle hiçbir bağı olmayan tümüyle psikolojik harekât kapsamında alınan karalama amaçlı bir tutum olduğunu duyarlı ve politik tüm çevreler farkındadır. Fakat ABD yetkilileri bununla dünya kamuoyunun hassasiyetini harekete geçirmeyi hedeflemektedir. Üstelik de bu hassasiyetten aynı yetkililerde zerre kadar yok. İşin bir diğer boyutu da bu yetkililerin tipik iktidar pervasızlığıyla, sistematik olarak kendilerinin yaptıkları “pis” işleri boyuna özgürlük hareketlerinin üstüne atmalarıdır. Ne de olsa bilgi, iletişim ve bilişim yapı ve teknolojileri kendi tekellerinde. Hakeza medyayı da tam bir silah gibi kullanmaktadırlar. Kürtlerin bir atasözü var. Denilir ki, “navê min li te, kumê min li serê te.” Yani, “ismim sana, külahım da başına.” ABD Hazine Bakanlığı tam da bu atasözündeki temaya göre bir karar çıkardı. Bizzat kendilerinin yaptıkları ve uğraştıkları işleri kirli bir siyasetle, özgürlük hareketlerine yüklüyorlar. Yakın tarih bunun örnekleriyle doludur. En çarpıcı örnek ise bugün hala kıyasıya bir savaşın sürdüğü Afganistan coğrafyasında vuku bulan olaylardır. 1982 ile 1992 yılları arasında Sovyetlere karşı on binlerce İslamcı savaşçı, ABD-CIA tarafından organize edildi. Bu konuda en etkin yardımcı güç ise bir ordu kadar elemanları olan Pakistan istihbarat örgütü (ISI) idi. Pakistan’dan ve dünyanın değişik Müslüman ülkelerinden toplanan savaşçılar yine Pakistan’daki medreselerde eğitiliyorlardı. İşin çarpıcı yanı ise "cihad" denen bu savaşın, ABD ve Suudi Arabistan tarafından, büyük bölümü “Altın Hilal” olarak adlandırılan bölgedeki uyuşturucu ticaretinden elde edilen kaynaklardan desteklenmesiydi. Salt bu da değil, Orta Asya'daki uyuşturucu ticareti CIA’nin örtülü operasyonlarıyla yakından ilişkiliydi. Afganistan’da Sovyetlere karşı yürütülen savaş öncesinde Afganistan ve Pakistan'daki afyon imalatı küçük bölgesel pazarlara yönelikti. Yerelde eroin üretilmiyordu. Fakat Alfred McCoy'un yaptığı bir araştırmaya göre, Afganistan'da CIA harekâtının başlamasından 2 yıl sonra “Afganistan-Pakistan sınır bölgesi, ABD'deki talebin yüzde 60'ını karşılayacak düzeye gelerek dünyanın başlıca eroin üreticisi konumuna yükseldi.” Yine Pakistan'da eroin bağımlıların sayısı 1979'da neredeyse sıfırken, 1985'te 1,2 milyona çıktı. Bu başka bir ülkede eşi görülmemiş bir artıştı. Eroin ticareti de CIA kaynaklarınca denetleniyordu. Pakistan'da sınır boylarında Afgan liderleri ve Pakistan koruması altındaki yerel işbirlikçileri yüzlerce eroin imalathanesi işletiyordu. Söz konusu süreçte, açık uyuşturucu ticaretine rağmen İslamabad'daki “ABD Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi” hiçbir yasal işlem yapmadı. Aslında ABD yetkilileri Afgan müttefikleri aleyhine eroin ticareti soruşturması yapmayı reddediyorlardı. Çünkü “Afganistan'daki ABD narkotik siyaseti buradaki Sovyet nüfuzuna karşı sürdürülen savaşın gereklerine tabiydi". CIA’nın Afganistan harekâtı eski yöneticisi Charles Cogan, 1995'te bu durumu şöyle ifade ediyordu: “Bizim asıl görevimiz Sovyetler Birliği'ne verebileceğimiz kadar zarar vermekti. Uyuşturucu ticaretini kovuşturmaya ayıracak ne zamanımız ne de kaynağımız vardı. Bunun için özür dilememiz gerektiğini de sanmıyorum. Her durumun kendine özgü bir bulaşıklığı oluyor. Uyuşturucu anlamında bir bulaşıklık oldu, kabul. Ama asıl görev gerçekleştirildi. Sovyetler Afganistan'ı terk etti." Bu sözler gerçekliği örtbas etmenin ifadesidir. Gerçeklik, belirtildiği gibi uyuşturucu ticaretini kovuşturma pozisyonu değildir. Tam tersine bu ticareti bizzat denetime alarak savaşın finans kaynağı haline getirmedir. Soğuk Savaşın ardından söz konusu bölgeler dünya afyon üretiminin dörtte üçünü sağlamaya başladı. Altın Hilal'deki uyuşturucu ticaretinden sağlanan yıllık gelir (100 ile 200 milyar dolar), Birleşmiş Milletlerce 500 milyar dolar olarak tahmin edilen bütün dünyadaki yıllık uyuşturucu cirosunun üçte birini oluşturuyor. Orta Asya’da başlayıp Avrupa’ya kadar yayılan bu uyuşturucu trafiğinin denetleyici gücü, başta Afganistan olmak üzere birçok bölgeyi işgalinde ya da denetiminde bulunduran ABD’dir. CIA bu konuda tarihi tecrübesi sayesinde işleri hayli ilerletmiş bulunuyor. Türkiye’de de son olarak bizzat uyuşturucu operasyonlarını yöneten (!) Emniyet Genel Müdür yardımcısı Emin Aslan’ın uyuşturucu kaçakçılığından tutuklanması, yine ordunun birçok subayının bizzat bu işte yer alması da durumu daha iyi izah ediyor. TC bu konuda ABD’nin yürüttüğü trafiğin önemli bir durağı niteliğindedir. Türkiye’de de JİTEM ve MİT bu konuda “uzmanlık” sağlamış kurumlar olmaktadır. Ayrıntılı bilgiler günlük basın bültenlerinde dahi mevcuttur.O halde tekrardan sormak gerekir: Uyuşturucu kimin işi? Devletin mi, toplumun mu? Emperyal-sömürgeci-işgalcilerin mi yoksa onlara karşı mücadele eden özgürlük hareketlerinin mi?
*Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi’nden Akif Roj
ANF / 17.10.09