19 Haziran 2009 Cuma

İktidar kavgası, beklentiler, sorular

Emperyalizm ve yerli sermayece halkına karşı kıyıcı bir psikolojik savaş aygıtı olarak örgütlendirilmiş kurumların son tertibi "Eylem Planı" duvara toslamış görünüyor. Başına "çuval geçirilmiş" gibi; çuvallamış durumda militarizmin "Gladio kolu"nun eskimiş-yıpranmış yanı. Psikolojik savaş operasyonları egemenlik sisteminin kimi unsurlarını hedef aldığı için bu sefer ciddi tepkiler sistemin içinden kaynaklandı ve dolayısıyla da etkili olmakta. Psikolojik Savaş'ın, olağan hedefleri olan emekçiler, devrimciler, ezilen halklar gibi unsurların dışına taşıp, emperyalizmin de doğrudan müdahil oduğu "iktidar ve rant kavgası"nın uzantısı olarak, sermaye düzeninin asli unsurlarının bir bölümüne yönelmesi, işleri karıştırdı elbette. Halk güçlerine karşı emperyalizmin tetikçiliğinde omuz omuza vuruşan blok da, ideologlarıyla, üniversiteleri, medyası, politik partileri ve öteki kurumlarıyla, içerden çatladı böylece. Kriz, böyle gelişmekte...

Tablo, Soğuk Savaş "milli güvenlik kültü"nün hilkat garibesi "Türk demokrasisi"nin klasik halinin günümüz koşulları içindeki bir yansımasıdır özünde. İkinci Paylaşım Savaşı sonunda emperyalizmin doğrudan müdahilliğinde kurgulanan bu "demokrasi," halk güçlerinin dışarıda tutulduğu, en fazla da amigo/seyirci konumunda bırakıldığı ve egemenlerin kendi aralarında oynadıkları bir oyundu. Bu oyunda zaman zaman kırıcı ve faullü anlar yaşandı, Bonapartist hakemlerce oyunlar durduruldu, müsabakalar tatil edildi. Arenada "Türk usulü" taşlı-sopalı kargaşalar yaşandı, seyirciler, oyuncular, hatta hakemler, müşahitler birbirine girdi, stad ateşe verildi, oyuncular, seyirciler yakıldı, insanlar öldürüldü, vs...

Bugün de benzer dalaşma sürüyor. Aslında, egemen blok içindeki ünlü Menderes-İnönü, Ecevit-Demirel, DP-CHP türünden tepişmeler, Türkiye kapitalizminin kronik birikim modeli, emperyalizmle yapısal ilişkiler ve dünya kapitalist ekonomisiyle eklemlenme krizlerinin her dönemecinde ortaya çıkar, hatta yapısal istikrarsızlığında kurumsallaşmış biçimde sürekli var olur. Böyle dönemlerde hakim unsurlar özünde halka karşı birlikte oluşturmuş oldukları yöntem ve araçları birbirlerine karşı da kullanma eğilimine girerler. Bugün de çok yönlü krizlerde debelenirlerken benzer şeyleri yapıyorlar. Ve elbette halka karşı kırımlar karşısında herkesi terörle susturan suç ortakları bugün, feryat-figan, ünlü Türk "laik, sosyal hukuk devletinin demokrasisi"nden dem vuruyorlar. Hadise'nin "düm tek tek"i gibi bir dem vurma hadisesidir bu...

Toplumda yaratılan beklenti ve bundan kaynaklanan soru şu: Çıplak militarizme karşı koz yakaladığı görülen örtülü ödenekçi taraf, bu didişmeden "demokratikleşme" çıkartabilir mi? Buna niyeti, yeteneği var mı? Bu "demokratikleşme"den mazlumlara da bir şeyler düşer mi?

Yoksa, iktidar mücadelesinin görünümlerinden biri olan bu çok yönlü krizden, doğrudan sistemin krizinden mi beklemeli "demokrasi"yi? Egemenlerin kavgalarından ortaya çıkacağı ve ondan ezilenlere de "bir şeylerin düşeceği" varsayılanı değil de, ezenlerin kafalarına "bir şeylerin düşeceği" bir "devrimci demokrasi" midir üzerinde durulması gereken?

Anlaşılan o ki, (devrimci sosyalist manada) "Sol"da da bu iktidar mücadelesinin sonunda bir "demokratikleşme" beklentisi/yanılsaması sözkonusu.

Bu noktada böyle ham hayalleri besleyenlerin sormaları ve yanıtlamaları gereken sorular var:

1. Bu kavganın tam ortasında aktif yer alan, taraflarından başlıcası konumunda bulunan ve önemli odaklarının bugün için AKP-liberal kanadı desteklediği görülen emperyalizmin, dişlerinin epeyce sökülmüş olduğu kriz nöbetinde, dünyada, bölgede ve Türkiye'de "demokratikleşme"yi desteklemesi beklenebilir mi?

2. Türk burjuvazi ve bürokrasisinin herhangi bir kesiminin, hem fikri iklimi ve beslendiği tarihsel mirası açısından, hem hakimiyet zemininin çürüklüğü ve emperyalizme bağımlılığı bakımından, hem de öteki nesnel/öznel zaaflarıyla örülmüş kıyıcılığıyla, "demokratikleşme" iradesi göstermesi beklenebilir mi?

3. Buna bağlı olarak, Lenin'in belirttiği gibi, şayet en gelişmişinin dahi, doğası gereği, yapısal olarak, "tam demokrasiyle bağdaşması olanaksız" kapitalizmin, Türkiye'deki azgelişmişlik kıskacına prangalanmış olanının "demokratik varoluş"u mümkün müdür?

4. Varlık nedenleri, egemenlik konumları ve, giderek, bireysel/sınıfsal ayrıcalıklarının bekası ikili militarizme -emperyalizme tetikçiliğe ve iç kıyıcılığa- bağlı olanların, rakiplerinin militarizmine karşı çıkarken, kendi militarizmlerini mi oluşturmaları beklenir, yoksa, antimilitarist yönelimlere kapılmaları, yani demokratlaşmaları mı?

Tabii daha somut sorularla da sürdürebiliriz konuyu:

1. Türkiye'de güncel militarizmin ana kaynağı Kürt Sorunu'nda belli bir doz militarizm içermeyen herhangi bir "çözüm projesi" egemenlik bloku içindeki şu ya da bu tarafta mevcut mudur?

2. Medyada örneğin Varlık Özmenek'leri andıçlayanlar kendileri andıçlanınca "andıçlama"ya karşı çıkınca, bu "demokratik refleks" midir yoksa bizzat andıçı düzen içinde sterilize ve stilize etme çabası mıdır?

3. 12 Eylül sonrasında üniversitelerde demokrat hocaların tasfiyesini neredeyse kanlı-bıçaklı savunan liberal Atilla Yayla'ların bugünkü itirazları "demokratikleşme"ye mi yöneliktir acaba?

4. "Biz bu iç düzenlemelerin vatan haini bölücü ve komünistlere karşı yapıldığınını düşünüyor ve onları destekliyorduk ama şimdi bize karşı da kullanılıyor" diyen Ilıcak'ların eliyle mi "demokratikleşme" hamleleri gerçekleştirilmektedir?

5. Yoksa, 12 Eylül siyasetçilerinden Hasan Celal Güzel'lerle mi geliyor "demokratikleşme"?

6. "Demokratikleşme"nin ardında, "kanlı Pazar"ları savunurken "ABD ne de olsa tek tanrının varlığına inanıyor, ‘allahsız komünizm'e karşı onu desteklemek caizdi, bugün de aynı şeyi yapardım" diyen M. Ş. Eygi'ler mi var yoksa?

Bizde düzenin gazabına uğramak insana "demokrat", hatta (Marksist manada bile) "solcu" payesi vermeye yetebiliyor. Bunlar yerine ve zamanına göre "mağdur" solcu, sağcı liberal, muhafazakar ya da İslamcı olabilirler. Ne var ki, her defasında da bunun yanlışlığını bizzat o payeleri alanlar gösterir. Örneğin, 12 Mart öncesinde bakanlık beklerken hapishanelere tıkılan üniversite hocalarının büyük bölümü "solcu" değillerdi. Onların ve 12 Eylül'de eziyet görenlerin önemli bölümünün militarizmin hizmetinde canhıraş nöbet tuttuklarını ayan beyan ortada değil mi? Türkeşler, Demireller, Erbakanlar, faşistler, gericiler hapislere atılmadılar mı bu ülkede. Bunlar demokrat mıydılar? Ne yazık ki, anlayış bugün de öyle. Devrimciler için F-tipi ölüm kamplarını "beş yıldızlı otel" sayanlar, tutuklu "Özel Harp Dairesi"nin elemanlarına toz kondurmuyorlar. Ya da, öte yanda, işbirlikçi gericiye, liberale yan bakmak "Ergenekoncu" olmaya yetebiliyor. Bilinmez ki, düzenin solcusu, sağcısı, liberali, muhafazakarı ya da İslamcısı, özünde, aynı safın, sermaye düzeninin, yürüyüş kolunun elemanlarıdırlar. Aralarında güç ve rant kavgası alevlense de arada, bu böyledir. Açıktır ki, bu sistemin içinde, sağında ya da solunda yer, ve onun yeniden üretiminde rol, alıp da, şu ya da bu egemen blok fraksiyonunun veya devletin gadrine uğramak, bırakın solculuğu, "demokratlığın" dahi karinesi olmayabilir. Bu örnekler, olsa olsa düzenin kronik kriz hallerinin göstergesidirler. Olgun olmayan geç-çapulcu burjuvazinin düzeninde olur böyle vakalar ve ancak egemenlik sisteminin kendi mantığıyla tarihsel gelişim süreci içinde ele alınarak kavranabilir. Bunları "kızıla boyamak" ya da "demokratlık"la süslemek aymazlığın da ötesinde gaflettir elbette.

Açıktır ki, bu soruşturmalar, bilinçli tercihle değil fakat kendi dışsallıkları ve dinamikleriyle artık taşınamaz hale gelmektedirler. Süreç kendi ağırlığıyla taraflardan birinin üzerine yıkılıp onu ezebilecektir. Bu, militarizmlerden birinin geçici de olsa yenilgisi, ötekininse zaferi olacaktır. O zaman bile, tarafların yeni bir militarizm düzleminde anlaşıp birleşmeleri kaçınılmazdır. Burjuvazi ve efendi emperyalizmin hepsine gereksinimi vardır ve belirleyici olan da bu ihtiyaçtır. Dolayısıyla, asıl mesele, ikisinin de altında kalıp ezileceği bir "devrimci demokratik" dönüşümü gerçekleştirebilmekte yatmaktadır. Dolayısıyla, tuzu kuruların liberal-emperyalist militarizmiyle tetikçi ırkçı-şoven militarizm arasındaki "it dalaşı"nı "al birini vur ötekine" anlayışıyla izlemek başkadır, bu süreç içinde atalete sürüklenmek başka. Buradan, ne Ergenokun'u küçümsemek çıkar, ne o soruşturmanın Kürtlere karşı işlenen savaş suçlarını da kapsar biçimde derinleştirilmesi talebine engel olunur, ne de özünde bir sınıf diktatörlüğü olan burjuva demokrasisinin, Lenin'in dediği gibi, insanlığın bir "kazanımı" olduğu gerçeği yadsınır. Söylemek istedığimiz sadece şudur: Devrimci sosyalistler kendi yollarını, kuyrukçuluğa da, tecrite de düşmeden, işçi sınıfının ideolojik/örgütsel bağımsızlığı ilkesiyle bulmalıdırlar. Bu da ancak sürecin karakterinin kavranmasıyla mümkün olabilir. Belki yukarıda sıraladığımız sorular üzerinde düşünmek bu konuda yararlı olabilir.
Haluk Gerger
mavidefter.org / 17.06.09