20 Haziran 2009 Cumartesi

Kim ders almıyor?

İrticayla Mücadele Eylem Planı haberi, Türkiye’nin gündemini altüst etti; hükümeti emrindeki orduyla mahkemelik olma noktasına getirdi.

Taraf gazetesinin yayımladığı belge, devlet içindeki psikolojik savaşın yeni bir halkasını oluşturuyor. Belgenin yayımlanmasıyla patlayan olay öylesine çok boyutlu ki, hangisine değinsen eksik kalır; kitap yazılsa yeridir.

Genelkurmay karargâhında hazırlandığı öne sürülen belgenin içeriği malum. Hükümet, AKP ve Fethullah Gülen cemaatinin din devleti kurmaya çalıştıkları propagandası yapılacak, askeri suç kapsamında yapılacak Işık Evleri baskınlarında silah ve mühimmat bulunması sağlanarak cemaatin silahlı terör örgütü kapsamına alınması sağlanacak, AKP’nin bölünmesine gayret edilecek, Ergenekon zanlısı askerlere sahip çıkılacak, Kurtlar Vadisi ve benzeri diziler karalanacak, Aleviler irticayla mücadeleye kazanılacak...

Belge, Ergenekon soruşturması kapsamında bir avukatın ofisinde ele geçirilmiş. Gazeteciye nasıl ulaştığı, savcının mı polisin mi yoksa ordu içindeki birilerinin mi sızdırdığı bilinmiyor. Gazetecinin kaynağını saklama hakkı var. Basın Yasası’na göre belgenin yayımlanması yasak; ama kim dinler Basın Yasası’nı!

* * *

“İrticayla Mücadele Eylem Planı” haberi patlar patlamaz, hükümet yandaşı hatta karşıtı medyada demokrasi havariliğinden geçilmiyor. Ne de olsa uzunca süredir, asker karşıtlığı demokratlığın gerek ve yeter şartı. Demokratikleşmek için askerin yıpratılması şart olmasa da asker ne kadar yıpratılırsa ülke o kadar demokratikleşir diye propaganda ediliyor. Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Şemdinli bombacıları için “Tanırım iyi çocuktur” deyince hücuma geçen, ancak Deniz Feneri zanlısı için Başbakan Erdoğan “Tanırım, temiz bir arkadaştır” dediğinde tek laf etmeyen “liberaller”, Taraf’ta çıkan belgeyi fırsat bildiler, ellerinden gelse askeri ipe çekmekte tereddüt etmezler. En açıksözlüsü, Genelkurmay Başkanı’nın görevden alınmasından söz ediyor.

Taraf’ın estirdiği fırtınada en zor durumda kalan, herhalde Genelkurmay Başkanı’dır. Orgeneral İlker Başbuğ “dost kuvvetler” babında hayli zor durumda. Medyanın gücü ve önemiyle uyumlu taktikler geliştirdiği söylenemez.

Oysa İlker Başbuğ, günümüzde medyanın, özellikle televizyonun aileden ve okuldan da önemli ideoloji üretme, kitle bilincini yönetme aracı haline geldiğinin farkında bir asker; Genelkurmay İkinci Başkanı iken, “Bilgi Çağında Liderlik” konulu sempozyumda psikolojik savaşta medyanın önemini vurgulamıştı:

“Medyasız hiçbir şey olmaz. Bugün medya büyük bir güçtür ve başarıyı elde etmek isteyen her kuruluş medyayla olan ilişkilerinde çok dikkatli, özenli, itinalı olmak mecburiyetindedir. Bugünkü medya ortamında insanların zihinleri, gerçek anlamda mücadele alanıdır.” (13 Mayıs 2005)

Medyanın kazandığı gücün farkında olsa da Taraf’ın fitilini ateşlediği psikolojik savaşta hayli zayıf kaldı. Belki de kazanma şansı zayıf bir savaş olduğundan hayli tereddütlü davrandı.

Önce belgeyle ilgili yayın yasağı koydurdu, yani düpedüz sansüre başvurdu. Belge uydurmaysa, dezenformasyon ürünüyse, yapana zarar verirdi, kanıtlanması kolaydı, sansüre gerek yoktu. Belge, adı geçen albayın kaleminden çıkmadıysa ilk günden açıklamak yeterliydi, her türlü spekülasyonu önlerdi; ama açıklık yerine sansürü tercih etti. Bu da gizlenmesi istenen bir kabahat işlendiğini akıllara getirdi.

Belgeye ilişkin açıklamayı geciktirmesi, dört gün geçtikten sonra da kem küm etmesi kuşkuları gidereceğine daha da güçlendirdi. Yaptırdığı açıklamaya göre “Belgenin Genelkurmay Başkanlığı’nın herhangi bir biriminde hazırlanmadığı kanaatine varılmış.”

Akıl vermek gibi olmasın, bu kanaate varmak için dört gün beklemesi gerekmiyordu. Belge haberinin gazetede çıktığı gün inceleme yaptırır, evrak kayıt defterine baktırır, imza sahibi albayın ifadesini alır, belgenin karargâhta hazırlanıp hazırlanmadığı konusunda kesin bir sonuca varır, öyle açıklama yapardı. Belge karargâhta hazırlanmamışsa, Taraf gazetesi aleyhine yargı yoluna giderdi.

Muhtemelen Genelkurmay Başkanı da öyle yaptı; ancak kendisini rahatlatacak bir sonuca varamadığından olsa gerek, biraz da zaman kazanmak için, “kanaat” açıklaması yaptırdı.

Ne ki, belirtilen kanaat kamuoyunu ikna etmedi; doğal olarak, “Böyle bir belge var, henüz kılıfını hazırlayamadık” diye tercüme edildi. Resmi açıklama böyle anlaşılınca da Ertuğrul Özkök aracılığıyla, böyle bir belge hazırlanması için talimat vermediğini, belgenin albayın bilgisayarında hazırlanmadığını bu kez kesin bir ifadeyle belirterek, kendisini kenara çekti. Ancak bu da belgeye ilişkin kuşkuları gidermeye yetmedi.

Genelkurmay Başkanı’nın açıklığa kavuşturulması hiç de zor olmayan konuda böylesine elinin ayağının dolaşması hayra alamet değil. Konuyu formel hukuk labirentlerine sokup lastik gibi uzatmak ortada ciddi bir sıkıntı olduğunu gösteriyor. Umulur ki, hele de AKP’nin ciddi oy kaybına uğradığı seçimin hemen ertesinde hazırlandığı öne sürülen akla ziyan belge Genelkurmay karargâhında hazırlanmamıştır. Tersi çıkar ve bu tür müdahalelerin hep İslamcı hareketi güçlendirdiği biline biline, belgenin gerçekten karargâhta hazırlandığı ortaya çıkarsa, çekiverin kuyrduğunu gitsin.

* * *

Gerçek ya da uydurma, böyle bir belgenin ortaya atılması sürpriz karşılanmamalı. Devlet içerisinde 3 Kasım 2002 seçimleriyle başlayan, Danıştay cinayetiyle alenileşen politik-psikolojik savaşta benzer türden nice belge ortaya çıktı. Halen Ergenekon adıyla süren psikolojik savaş, “İrticayla Mücadele Eylem Planı” adlı belgeyle yeni bir aşamaya geldi.

Psikolojik savaş aslında Türk siyasetinin yapısal krizine işaret ediyor.

Malum, olağan devlet yapılanmasında bürokrasi egemen sınıfın hizmet erbabıdır, üniformalı bürokrasi de muhafız gücüdür, yani “devletin ordusu” vardır. Türkiye’de ise ayrıntısına girmeden söylemek gerekirse, devlet ordu tarafından kurulmuştur, “ordunun devleti” vardır.

Kuruluştaki askerîlik tarihsel kaçınılmazlık olsa da, sonraki dönemlerde siyasal çarpıklığın başta gelen nedeni oldu. Devlet binası, olgunlaşmış, kültürel altyapısı sağlam bir demokratik temele oturmadığı, sivil siyaset binası niyetine kışla binası inşa edildiği için sivil kurallarla siyaset bir krizden diğerine yuvarlandı.

Ordunun devletine sonradan “altın hisse sahibi” sıfatıyla sermaye sınıfının ortak olması da siyaset mimarisindeki çarpıklığı gidermeye yetmedi. Çünkü, batı tipi modernleşme taklit edilirken devlet eliyle dünyaya getirilen burjuva sınıfı, önüne serilen tüm olanaklara karşın korkak, güdük ve hödük kaldı. Köksüz burjuva, sömürünün sürdürülebilirliğini ve güvencesini dışarıda emperyalist burjuvaya eklemlenmekte, içeride üniformalı bürokrasiyle ortaklık kurmakta aradı.

“Ortak” sahiplerin çıkarı, kendisini “devletin sahibi aslisi” sayan kurumun başta gelen hassasiyeti oldu. Bu yüzden sivil hayatın da salt kışlada geçerli olması gereken askerî kurallarla yaşanması istendi. Bu yüzden sivil siyaset hep andıçlandı, andıçların yetmediği tarihsel anlarda ise askerî darbelerle hizaya getirildi.

12 Mart 1971 darbesinin şeflerinden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” diye sızlanmıştı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra da işveren sendikaları konfederasyonunun başkanı, “20 yıl işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” diye teşekkür etmişti darbeci generallere.

Sözün özü, sosyal uyanışın ekonomik gelişmeyi aşması hep silah zoruyla ya da ideolojik devlet faaliyetiyle engellendi. Bu yüzden ne sosyal sınıflar kendileri için sınıf olabildiler ne de toplum demokrasi terbiyesiyle büyüyüp olgunlaşma fırsatı bulabildi. Devletin altın hissedarı sınıfın demokratlaşmaya olgunlaşmaya zaten hiç niyeti yoktu. Toplum andıçlana andıçlana bugünlere geldi.

Bugün gelinen noktada sermaye cephesi kendi içinde yarıldı. Sermayenin iç savaşı devlete ve siyaset düzlemine psikolojik savaş olarak yansıyor. Bir yanda geleneksel beyaz sermaye ve sözcüsü konumundaki partilerle devleti hâlâ kendi mülkiyetinde sanan askerî bürokrasi, öte yanda yerel yönetimleri ve merkezi hükümeti ele geçirmiş ak sermaye ile ona muhafızlık eden polis örgütü ve cemaatler. Psikolojik savaş ağırlıklı olarak medya eliyle veriliyor.

Kabul etmeli ki bu savaşta, asli görevi psikolojik savaş olan asker, rakip kabul ettiği “iç düşmanlar”, yani parti ve cemaat karşısında gardı düşmüş boksöre dündü. Yitirilen kaçıncı muharebedir, skor tabelasında yazıyordur herhalde!

Üst üste gelen yenilgilerin moral bozukluğunun hiyerarşi dışı irade ve yapılanmalara yol açmış olması da muhtemeldir. Kim bilir, sözü edilen belge belki de böyle bir yapılanmanın ürünüdür. Genelkurmay Başkanı, Ertuğrul Özkök’ün “Siz mi talimat verdiniz?” sorusunu, “Bu soruyu sormak bile abestir, hakarettir.” diye yanıtlamış olsa da kim bilir, astları arasında kendisinden farklı düşünenler vardır ve ünlü belge belki de öyle bir gruplaşmanın eseridir.

Her ne olursa olsun, belgenin TSK’nin imajına yeni bir darbe vurduğu kuşkusuzdur.

Zamanlaması da son derece dikkat çekici.

Tam da PKK ile mücadelede asker ile hükümet ve Çankaya Köşkü aynı frekansa gelmiş.

Ergenekon soruşturması konusunda asgari bir mutabakat var.

Başbakan ve Genelkurmay Başkanı askeri etkinliklerde birlikte poz veriyorlar. Hatta Genelkurmay Başkanı, Başbakan Yardımcısı’na “Dikkat et, Ergenekon’dan içeri girme!” diye espri yapacak kadar sivil otoriteyle sıcak bir yakınlaşma içerisinde...

Derken, 29 Mart yerel seçimlerinde AKP çok ciddi oy kaybına uğramış.

AKP hakkında yeni bir kapatma davasının eli kulağında olduğu söylentileri dolaşıyor.

Cemaat lideri, kulağına kar suyu kaçmış olmalı ki, Nisan ayı başında, yeni bir 28 Şubat’ın gelmekte olduğundan söz ediyor.

Genelkurmay Başkanı Nisan ayındaki basın toplantılarında cemaate yükleniyor.

Nihayet bir Ergenekon zanlısının ofisinde ünlü belge ortaya çıkıyor.

Başbakan ve yandaşları fırsatı kaçırmayıp hesap sormaktan dem vuruyorlar...

Hedef tahtasına konan ordunun komutanı, saldırıyı püskürtecek bir çıkış yapamıyor...

* * *

Madem kanaat belirtmek moda, şu kanaati kayda geçirmekte yarar var. Ne kadar belgenin karargâhta hazırlanmadığı kanaati izhar edilirse edilsin, bugünkü tablo itibariyle belge askerin üstündedir. Belgenin uydurma olabileceği senaryosu son derece zorlama durmakta ve ikna etmemektedir. Çünkü bu mecrada o kadar çok vukuat işlendi ki.

Şemdin Sakık’ın ifadesine dayalı 1998 andıcı. Çok kabaydı. Aradan 11 yıl geçtikten sonra Yaşar Büyükanıt “Hata idi” diyerek bir bakıma özür diledi.

2002 seçiminin ardından hazırlığı yapılan, akim kalmış darbenin günlükleri. Yargı süreci sonuçlanır mı, sonuçlanırsa kimin üstünde kalır bilinmez.

Nokta dergisinin 2007 yılında ortaya çıkardığı akredite olan/olmayan medya andıcı ile Sivil Toplum Kuruluşları andıcı. Genelkurmay’ın resmi açıklamasında “taslak metin” oldukları açıklanmış ve ardından derginin kendisi de noktalanmıştı.

Taraf gazetesinde tam bir yıl önce yayımlanan, Lahika-1 andıcı. Bugün tartışılan belgeyle neredeyse aynı içerikteydi. Gazetenin haberine göre Eylül 2007’de yürürlüğe konan “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı” uyarınca, kamuoyunun, “irticacı hareketlerin sorumlusu” olarak görülen hükümete, “milli devlete karşı” olarak nitelenen yeni anayasa paketine, “terörist” olarak adlandırılan DTP’ye karşı TSK’nin görüşleri doğrultusunda yönlendirilmesi öngörülüyordu. Genelkurmay Başkanlığı, komuta katı tarafından onaylanmış böyle bir plan olmadığını açıklamıştı.

Nihayet, karargâhta hazırlanmadığı kanaatine varılan “İrticayla Mücadele Eylem Planı”. Belgenin hedefindeki AKP tarafından yargıya taşındı. (İster misiniz yargı süreci çabucak sonuçlansın ve mahkeme, Anayasa Mahkemesi kararıyla AKP’nin laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı olduğunu vurgulayarak, kanunların TSK’yi nitelikleri Anayasa’da belirtilmiş Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamakla görevlendirdiğine, dolayısıyla buna yönelik harekât planı hazırlamanın yasal görev olduğuna hükmetsin!)

* * *

Andıçlar artık başarılı olamıyor, toplumu ikna etmiyor. Çünkü çoook ama çok bayat, çiğnene çiğnene sakız olmaktan çıkmış, Soğuk Savaş dönemi “psikolojik savaş” taktikleriyle hazırlanıyorlar.

Sonuncusu gerçek bir andıç mıdır, psikolojik savaş bağlamında göz ardı edilmemesi gereken bir olasılıkla uydurma mıdır, herkesin kanaati kendisine.

Sonuncusu uydurma çıksa bile öncesinde onlarca hakikisi duruyor. Bir farkla ki, önceki andıçları emir telakki eden en katı militarist kalemler bile bu kez mesafeli duruyorlar, askerî yargının haberi sansürlemesini kınıyorlar. İçlerinde “TSK böyle bir şey yapmaz” diyene rastlanmıyor. En fazla, bu belgenin sahte olabileceğini yazıyorlar. Çünkü onlar da farkına vardılar Soğuk Savaş’tan kalma psikolojik savaş taktiklerinin artık işe yaramadığının.

Merkez medyanın bile görmezlikten gelemediği belgeyle ilgili yanıtlanması istenen bir dizi soru sıralanıyor. En basitinden, 1. Belge gerçekten adı geçen avukatın ofisinden mi çıktı? 2. İmza sahte mi, hakiki mi? 3. İmza hakikiyse belgeyi kendisi mi hazırlamış? 4. Kendisi hazırladıysa talimat üzerine mi hazırlamış yoksa durumdan vazife çıkartıp da mı hazırlamış? 5. Genelkurmay Başkanı talimat vermediğini söylediğine göre, kendisi hazırladıysa bir cunta faaliyeti mi söz konusu? 6. Cunta söz konusu değilse bile Genelkurmay Başkanı’nı zor durumda bırakıp gözden düşürme amaçlı bir ekip faaliyeti midir? 7. İmza sahteyse Genelkurmay Başkanı’nı ve askeri kamuoyu gözünde yıpratan bu komplonun senaristi, rejisörü, yönetmeni kimdir?

Sorular nasıl yanıtlanacak bilinmez. Merkez medyanın bile bu tür soruları sıralaması, askerin hareket alanının daraldığını, toplumu ve siyaseti andıçlarla hizaya getirme kabiliyetinin sonuna gelindiğini gösteriyor. Yani militer otoritarizmin büyük ölçüde kan kaybına uğradığı söylenebilir.

Peki, militer otoritarizm zayıfladı da yerini ne alacak, demokratik sivilleşme mi?

Siz cemaatleri sivil toplum örgütü, Başbakan’ı da demokrat mı sanıyorsunuz?

Dinci totalitarizm militer otoritarizmden daha mı az tehlikelidir?

* * *

Ders almak

Bu konu daha çok tartışılır.

Şimdilik bir fıkrayla ara verelim.

Askerî birlik arazi tatbikatına çıkmış. Birlik komutanının hangi koşulda olursa olsun vazgeçemediği tutkusu, her gün bir paket sigara ve günlük gazete. Emirerini her gün şehre gönderiyor, sigarasını ve gazetesini aldırıyor.

Bir gün böyle iki gün böyle,

Emireri her gün 10 kilometre gidip aynı yolu geri tepmekten yoruluyor. Sonunda aklına bir cinlik geliyor. Şehre son gidişinde 10 paket sigara 10 gazete alıp dönüyor. Ertesi gün şehre gider gibi yapıp arazi oluyor. Öğleye doğru komutanın çadırına girip sigarasını ve gazetesini uzatıyor. Birinci gün haliyle sorun yok. İkinci gün de sorun yok. Üçüncü gün komutan gürleyerek emirerini çağırıyor. Çocuk panik içinde. Komutan kükrüyor:

- Evladım yolda gelirken gazeteyi okuyor musun?

Çocuk titreyerek “Hayır komutanım” diyor.

Komutan “O zaman al oku!” diyerek bir sayfayı açıyor, okuyacağı yeri işaret ediyor. Bir trafik kazası haberi. Adam direğe çarpmış, sonuç felaket.

Çocuk, “Okudum” diyor. Komutan yeniden kükrüyor:

- Ne sersem adamlar var şu memlekette. Adam üç gündür aynı yerde kaza yapıyor ve hiç ders almıyor.
- Rahmi Yıldırım