21 Haziran 2009 Pazar

İran’ın kader günü -



Robert Fisk" vspace="5" width="400" height="266" hspace="5">

Ortadoğu uzmanı ünlü gazeteci Robert Fisk, 17 Haziran günü İran’da gerçekleşen özgürlük yürüyüşüne, tehditlere, baskılara ve katliamlara rağmen yürüyen milyonlara tanıklık etti.

Robert Fisk*

İran’ın kader ve cesaret günüydü. Bir milyon insan Tahran’ın vahşi polisinin gözlerinin önünde Devrim Meydanı’ndan Özgürlük Meydanı’na yürüdü. Kalabalık şarkılar söylüyor, bağırıyor, gülüyor ve “Başkanları”nı “döküntü” diye niteleyerek taciz ediyorlardı.

Musevi de bir arabanın içinde, onların ortasındaydı; gülümsemeden bakıyordu etrafına, sersemlemişti, İran’da seçim sonrasının umutsuzluğunun ortasında böylesi bir eylemin ne kadar destansı olduğunun farkında olmadan onların arasındaydı. Geçtiğimiz Cuma gerçekleşen seçimleri resmi olarak kaybetmiş olabilir, ancak onun seçimdeki zaferi dün başkentin sokaklarında onaylandı. Ve bu kaçınılmaz biçimde silah sesleri ve kanla sona erdi.

1979 İran Devrimi’nden bu yana bu umutsuz kentin sokaklarında hiç bu kadar kalabalık toplanmamıştı, hiçbir eylemde böylesi bir kitlesellik gözlenmemişti. Ara sokaklardan ana yola ulaşmak için büyük bir karmaşa ve itiş kakış halinde yürüdüler ve orada çelik zırhlarla kaplanmış polisle karşılaştılar. Ancak polis umurlarında bile değildi. Ve polis sayısı onbinleri aşan bu kalabalığa korku içinde bakıyordu, özgürlük isteyen bu kadınlara ve adamlara ancak sıkılgan gülümsemelerle bakabiliyorlardı. Bu yürüyüşün hükümet tarafından yasaklandığına kim inanabilirdi ki?

Eylemcilerin cesareti inanılmazdı, çünkü hepsi Tahran Üniversitesi’nde vahşice öldürülen beş öğrenciden haberdardı. Okulun kapısına gittiğimde, pek çok öğrenci demir kapıları sallıyor, ‘katliam’ diye bağırıyordu. Tam o sırada polis bir kez daha üniversite içine saldırmıştı.

Mousavi'nin zafer yürüyüşünün, bizi ilahiler okuyan kadın ve erkeklerin amid duvarına çarpma tehlikesi vardı. Amid duvarı sağanak su yollarına dönüştü, yeşil çarşaflı muazzam insan şeridi kırık ağaçlar üzerinde sendeleyip politik liderlerinin aracı önünde yayılırken vasıta ile hızını korumaya çalışıyordu. Hep birlikte, defalarca aynı sloganı tekrarladılar; “Tanklar, silahlar, Basiji, artık bizi korkutamaz” Hükümet uçakları üzerlerinde uçarken, hepsi yukarı bakıp aynı soruyu soruyorlardı; “Oylarımız nerede?” Böylesi büyük batış zamanlarında klişeler çok kullanılır, ama söylemeden geçemeyeceğim, bu gerçekten de tarihi bir andı.

Tüm bunlar, Ahmedinejat’ın muhalefeti de ‘dostu’ olmaya çağırırken üzerine giydiği iktidarının kibrini değiştirebilecek miydi? Ki onun konuştuğu saatlerde büyük kalabalıklar sokaklarda gösteriler yapıyordu. Ahmedinejat ise, Musevi’nin üzerine gittiği uğursuz kırmızı çizgilerden bahsediyordu. Ahmedinejat seçim sandıklarından yüzde 66 ile galip çıktığını ilan etti, Musevi’nin oy oranını ise yüzde 33 olarak açıkladı. Ancak, kitleler sokaklarda hep bir ağızdan “Oylarımızı çaldılar ve şimdi bunu bize karşı kullanıyorlar” diye bağırıyorlardı.

Büyük anayoldan Şah’ın babası onuruna yaptırdığı ve 1979 devrimcileri tarafından adı Özgürlük Meydanı olarak değiştirilen meydana doğru gelirken üzerimize ağır bir toz bulutu çöktü. Arkamızda bir çatışma koptu, bir adam yüzü gözü kan içinde yere yuvarlandı. Ancak büyük kalabalık durmuyor, yeşil bayraklarını sallıyor, coşku içinde sloganlarını haykırıyor ve balkonlardan kendilerini izleyenlere el sallıyorlardı.

Sağ tarafta, bir huzur evinin balkonundan onlara el sallayan yaşlı bir adam gördüler, adam yüksek ihtimalle Şah’ın devrilişini ve hatta onun babası Rıza Han’ı hatırlıyordu. Yan balkondan doksan yaşlarında bir kadın kalabalığa doğru yeşil bir mendil sallamaya başladı, onun yan balkonundan çok daha yaşlı bir adam el sallıyordu. Kalabalık bu görüntüler karşısında iyice coşkulandı.

Tüm bu insanlık gösterilerinin yanı başında yürürken, garip bir korkusuzlukla kaplandık? Bize saldırmaya kim cesaret edebilirdi ki? Bu kalabalıkta bir kitleye hangi hükümet saldırmaya cesaret edebilirdi ki? Tehlikeli sorular...

Karanlığın çökmeye başlaması ile birlikte, kenti batısında yüzlerce kişi gözaltına alındı; silah sesleri ise varoşlarda karanlık iyice bastırdıktan sonra başladı. Basiji tarafından vurulanlar meydanı en geç terk edenlerdi. Panik içinde kaçışan binlercesinin arasında bir kişi katledildi.

Günışığı sokakları terk ettikten sonra her zaman tehlikeli bir karanlık çöker kente, dün Özgürlük Meydanı'na doğru ilerlerken üzerimize doğru gelen gri bir bulutla karşılaştık. Etrafımda güneşten yanmış binlerce kişi de aynı şeyi fark etmiş ve hızlanmıştı. Sonra aniden, yağmur başladı, sırılsıklamdık hepimiz artık. Tahran’da yazın ortasında hafif yağmurlar yağar, ancak bugün erken bastırmıştı ve günışığı kutsal bir resimde olduğu gibi ufukta kıvrılıyordu.

Tahran Üniversitesi'nde yağmurun altında yürürken, katliamın üzerinden henüz birkaç saat geçmişti, bana eşlik eden kimya mühendisliği öğrencisi Moin Farsça bir şarkı mırıldanıyordu. Ondan şarkıyı tercüme etmesini istedim. "Bu çağdaş şairlerimizden Sohrab Sepehri’nin bir şiiri” diye yanıtladı. Bu gerçek olabilir mi diye sordum kendi kendime, tarihi değiştirmeye çalışırken şiirler okuyup şarkılar mı söylüyorlardı gerçekten de?

"Yağmurun altında ilerlemeliyiz,/ Gözlerimizi yıkamalıyız artık,/ Ve dünyayı başka görmeliyiz.”

Bana ve arkadaşlarına gülümsedi, “Bir sonraki adım, yağmurda bir kadınla sevişmek, ama şimdi bunun sırası değil” dedi. Hepimiz onayladık. Ayaklarımız ağrıyordu. Adamların ayaklarının ve kadınların kara çarşaflarının altında gizlenmiş kaldırımlarda yürüyorduk. Sadece kuzey Tahran’ın genç, modayı takip eden, güneş gözlüklü kadınları yoktu aramızda. Yoksullar da buradaydı, sokaklarda çalışanlar, orta yaşlı yoksul kadınlar, tümüyle kara çarşaflı kadınlar oradaydı. Kucaklarında çocukları ile gelenler vardı, çocuklarına bugünün anlamını anlatmaya çalışıyorlardı. Çocukların bugün burada olduklarını hatırlamalarını istiyorlardı.

Büyük Özgürlük heykeli ufukta göründü, demek oluyordu ki 5 km'lik bir yol yürümüştük, Moin ve arkadaşları ile birlikte sıkış sıkış kalabalığın içerisinde yürüyorduk, o kadar kalabalıktı ki, yüreğim sıkışıyordu. Heykelin etrafında Şah tarafından çok önce inşa edilen bir rampa vardı. Zorlukla tırmandığımız bu yokuşun başında nefeslerimizi kesen bir manzara vardı. Kefaret filmini izleyenler anımsayacaktır, İngiliz askeri kum tepesini tırmandığında Dunkirk kumsalında binlerce insanı görür. Bizim gördüklerimiz de ondan daha altta kalır bir manzara değildi.

Anıtı çevreleyen büyük alanda yağmur sonrası açan güneşte şarkı söyleyen, kımıldanan, dalganan yüzbinlerce ruh vardı. En azından bir milyon kişi olmalıydı, o anda insanın imgelemi zorlanıyordu, görkemli bir canlıya benziyordu, bu büyük anıtın etrafında elle tutulacak kadar gerçek ve bütün, nefes alan, ağır ağır ilerleyen bir canlıya benziyordu. Moin ve arkadaşları çimenlere uzandılar ve sigara yaktılar. Birbirlerine Humeyni’nin tüm bunların İran için ne anlama geldiğini anlayıp anlamayacağını soruyorlardı. “Seçimlerin tekrarına karar vermeli” diyordu Moin’in arkadaşlarından biri. Bana baktılar. Bunu bir yabancıya sormayın, diye yanıt verdim. 1979 devriminin babalarının bu özgürlük talebine o kadar da nazikçe yanıt vereceğini düşünmüyordum.

Doğru, Ayetullah Humeyni, seçim sonuçlarının yeniden düzenlenmesi konusunu onaylamıştı. Ancak Ahmedinejat zorlu bir adamdı, zorlu ve etkin bir çevresi vardı. Selefi Hatemi de aşağıda, Musevi’nin yanında bir yerlerdeydi, ama onlar bu halkı koruyabilecek güçte değildi.

Hükmetmek iyi adamlar ve kötü adamlar meselesi değildir. Eylemcilere karşı ilerleyen polis, İslami cumhuriyetin silahları Ahmedinejat yönetiminin ve onun ruhani korumalarının elinde kaldıkça; hükümet, iktidar, devlet ve politik güç meselesidir. Hiç şüphe yok ki çok yakın bir zamanda neyin değişip değişmeyeceğini göreceğiz.

Robert Fisk

*The Independent gazetesinde yayınlanan makaleyi, http://www.zmag.org/znet/viewArticle/21726 adresinden alıntılanarak İngilizce orijinalinden çevirdik.