Televizyon; bir beyin yıkama aracı, reklam, pazarlama, eğlence kutusu… Yetişkinlerin ve çocukların hayatını şekillendiriyor olması en korkutucu yanı. En acı veren yanı ise, çocukları daha da yalnızlaştırması, insani ilişkilerini zedelemesi ve bilinçaltlarını kuşatması.
Görünen yüzüyle televizyon birçok insanın haber, bilgi ve eğlence kaynağı haline gelmiştir. Toplumların tavır, fikir, değer ve davranış kalıplarını şekillendirmeye başlamıştır. 1990’ lardan sonra gerek kanal sayısının, gerekse program çeşitlerinin artmasıyla, yaşamın temel parçalarından biri haline gelen televizyonu, girdiği tüm toplumlar gibi bizim halk da çok sevdi. Öyle ki, anneler ya da bakıcılar, evlerinde kendi işleriyle meşgulken, çocukların sorun çıkarmadan oyalanmaları için, televizyonu bir araç olarak kullanıyorlar. Toplumsal yaşamı belirgin bir şekilde etkileyen televizyonlar her ne şekilde olursa olsun toplumun pozitif değerler üzerine gelişimine katkıda bulunmalıdır. İnsanların ıstırapları, acıları, yaşadıkları felaketler, ölüm anları ve benzeri durumlar duygu sömürüsüne yol açacak, korku yaratacak veya izleyicileri dehşete düşürecek şekilde verilmemelidir. Halkın ruh sağlığını bozacak yayın yapılmamalıdır. Aile bireyleri, ebeveynler de televizyon yayınlarının olumsuz etkisi konusunda çok dikkatli olmalı, çocuklarının program seçiminde ve izlenen konuların doğru algılanmasında yardımcı olmalıdır.
“Uzaktan Kumandalı Çocuklar” adlı kitabımda, televizyonun toplumsal ölçekte akıl sağlığımıza kastettiğini belirtiyorum. “Bir çocuğa din, okul, ebeveynler ve hukuk sistemi gibi bazı değerleri öğretirken, diğer tarafta medya bambaşka değerleri empoze ederse, birçok insan iç çatışma yaşayabilir. Birbiriyle çelişen, çatışan bu değerler bazı doktorlara göre daha fazla şizofreni vakası görülmesinin sebeplerindendir”
Çocuklar gün içinde birçok kez televizyonun kurmaca dünyasında dayatılan değerlerle kendi kişisel hayatındaki gerçekliğin getirdiği değerler arasında sıkışır. Herkes bu tür bir çatışmayla başa çıkamaz. Televizyon insan ilişkilerini derinden etkiliyor. Oysa ki insanoğlu birbiriyle ilişki kurarak gelişimini sürdürür. İnsanlar arasındaki bu ilişkiyi erteleyen, zorlaştıran, ikinci plana iten herhangi bir şey, toplumun gelişmesine engeldir. Günde 5-6 saat televizyon seyreden çocuklara baktığınız zaman bir araya geldiklerinde bir türlü iletişim sağlayamadıklarını görürsünüz. Birbirlerinden korkarlar, ilişkilerden endişe duyarlar. Kendilerine bir şey söylenmesini, konuşmayı veya soru sorulmasını istemezler. İstedikleri tek şey vardır: seyretmek. Böylece çocuklar suskun bir şekilde büyür. Ergenlik çağına geldiklerinde dinledikleri müzik veya seyrettikleri film onları birbirleriyle ilişki kurma zorunluluğundan kurtarır. Televizyon artık bir kitle iletişim aracı olmaktan çıkmış, kitlelerin beynini yıkama aracına dönüşmüştür. ‘Dev medya kuruluşlarının, bilgi, haber, eğlence tekellerinin öncelikli amaçlarından biri de insanların bilincini değiştirmektir.’ diyor Amerikalı yazar Jeremy Seabrook. “Bu görevlerini Batı kültürünün yaratmış olduğu en kışkırtıcı ve çekici isimler aracılığıyla yapıyorlar. Bütün dünyadan gençlerin kalbi bu şekilde fethediliyor. Pop kültürü renkli ve eğlenceli. Bütün dünyada süregelen yoksulluk ve emniyetsizliğin arasında bir kutlama, bir sevinç çığlığı gibi gösteriliyor. Gençlere eğlence, para ve cinsellik dolu bir hayat vaat ediyor. Başka bir deyişle, onları daha iyi bir hayata kavuşmak için göğüslemek zorunda oldukları meselelerden uzaklaştırıyor. Kar amaçlı kurmaca hayatların kahramanları gibi görüyorlar kendilerini”
Seabrook’un çarpıcı tespitleri küresel bir pazarlama faaliyetinin tüketicileri olarak nasıl yönlendirildiğimizi sergiliyor. Küresel pazarlama ağının hepimizi etkilemek için kullandığı reklamlar bilincimizden daha fazlasını etkiliyor aslında. “Çünkü, bilinçaltınıza yerleşenleri değiştiremezsiniz. Yargılayamazsınız ve kolay kolay unutamazsınız.”
Kelime, görüntü ve sesler aracılığıyla bilinç algımızın sınırının altında yapılan etkileme yöntemlerini ‘eşikaltı yöntemler’ diye adlandırıyoruz. Televizyonlar aracılığıyla sağlanan bu mahkumiyet ve bir nevi işkence yöntemi, paranız olmasa da, sizi reklamda gizlice şirin gösterilen o ürünü tüketmeye zorlayarak (hatta toplumsal düzen kanunlarını da yok sayabileceğiniz bir süreçte) bilinçaltınızı meşgul ediyor. (Reklamlarda çocukların kullanılma biçimi ise bambaşka bir problem)
Çocuklara özellikle diziler ve bazı televizyon programları aracılığıyla bazı rol modelleri dayatılıyor. Çocukların seyrettiği programlarda sunulan cinsiyet rolleri son derece basmakalıp. 6-9 yaş arasındaki çocuklar da özellikle gerçek yaşama benzeyen sahnelerde gerçek ile hayali olanı ayırmakta zorluk çekerler. Hayranlık besleme eğiliminde olurlar ve kahramanlara benzeme isteği duyarlar. Örneğin; 11-20 yaş arasındaki gençlerin toplumsal nitelik kazanmaya çalıştığı bu dönem arayışın en fazla olduğu zaman dilimidir. Kim olduğu, nerede yaşadığı, kime inanacağı, hayatının amacının ne olduğunu hep arama halindedir. Televizyon, imdada yetişir ve bu acı reçeteye ilaç gibi yetişir.
Ve böylece yaşadığımızın toplumun değerlerinden uzak yetişen, reklamcıların deney laboratuarlarında gelişen rol modeller, şiddete eğilimli ve ailelerin “statü sembolü” haline getirmek için para döktüğü canlı Frankenstein’lar olarak aramızda dolaşmaya başlarlar. Sonra da gazetelerin üçüncü sayfalarında okuduğumuz haberlere özne olurlar.
DR. Adnan TÖNEL
İstanbul Arel Üniversitesi, Halkla İlişkiler ve
Reklamcılık Bölümü, ‘Medya Analizi’ dersi öğretim görevlisi