Kapitalizm'de "çevreci" yaklaşımlar da yaşam alanlarımızı yok eden politikalara kılıf olmaktadır.
Yaratılan iklim bizim iklimimiz değil
Birleşmiş Milletler Çevre Programı tarafından, Dünya Çevre Günü için 2009 yılının teması “Gezegeninizin size ihtiyacı var- İklim Değişikliği ile Mücadele için Birleşin” olarak belirlendi.
2006 yılından bu yana son dört yıla damgasını vuran konu “iklim değişikliği ve küresel ısınma” olmuştur. Yaratılan bu “iklim”in nedeni geleceğimiz ve insanlık için sorgulanmaya değerdir.
2006, Çöller ve Çölleşme – Kurak Toprakları Terk Etmeyin!
2007, Eriyen Buz – Sıcak Bir Konu?
2008, Alışkanlığını Bırak! Düşük Karbon Ekonomisine Doğru
2009, Gezegeninizin size ihtiyacı var! İklim değişikliği ile mücadele için birleşin.
5 Haziran 1972 yılında Stockholm’de toplanan “Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı”nda “temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşamanın temel bir insan hakkı olduğu” karar altına alınmıştır.
Konferansın önemine istinaden her yıl 5 Haziran’da ele alınan “Dünya Çevre Günü”, dünyanın ve ülkemizin bugün geldiği süreçte çok daha büyük anlam ifade etmektedir. O günlerden bugünlere “çevresel söylem”, günümüz kapitalist politikaları içerisinde sadece “sürdürülebilir kalkınma” ilkelerine sıkıştırılmıştır. Bugün, tüm canlılar için temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşam hakkını temel alan değil, ekonomik kalkınmayı, piyasayı koşullarını ve kar dürtülerini temel alan bir yaklaşım hakim kılınmaya çalışılmaktadır. Bugün havamız, toprağımız, suyumuz, gıdamız ticarete konu edilerek şirketlerin iştahını kabartmakta, “çevreci” yaklaşımlar ise yaşam alanlarımızı yok eden tüm bu acımasız politikaların kılıfı olmaktadır.
Çevre sorunlarını bilimsellikten uzak, parçacı ele alan sığ yaklaşım “küresel ısınmaya bağlı küresel iklim değişikliği” konusuna da çözüm getirmekten uzak görünmektedir. Sadece hükümetler arası protokollere sıkıştırılan konu, “şimdilik” Kyoto Protokolü ile somutlanmıştır. Tamamen ticari bir metin olan bu protokolde yer alan emisyon azaltım hedeflerinin, insan faaliyetiyle artan ısınma etkisini engellemeyeceği bilinen bilimsel bir gerçekliktir. En safdilli bir ifadeyle, bu protokol “birşeyler yapma niyetinin beyanı ve atılacak ilk adımların tarifi” anlamına gelebilir. Ancak durum göründüğü kadar basit değildir. Amacın iklim değişikliğini önlemek değil, “hakkımız” olan her alan gibi bu alanın da ticarileştirilmesi olduğu açıktır. Kimilerinin sorunu, “satılabilir karbon hisseleri” gibi konularda yeterli düzenlemelerin istenen düzeyde yapılamamış olması, dolayısıyla “küresel ısınma ile mücadelenin yeterince ticarileşememiş” olabilir. Bu da ancak bizim iklimimizde değil kapitalizmin ikliminde sorunu olabilir.
Kyoto Protokolü ve Türkiye
Geçtiğimiz bir yıl içindeki önemli gelişmelerden birisi de Türkiye’nin Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamındaki Kyoto Protokolü “yükümlülüklerini” imzalaması oldu. Kimileri bu gelişmeyi Türkiye nihayet sorumluluğunun farkına vardı diye yorumlayarak sevinç duydu, kimisi “bekleyelim görelim” dedi, kimisi de “korkacak bir şey yok, imzaladık ama herhangi bir sorumluluğumuz yok” diye avundu.
İlginç olanı, “imzaladık ama sorumluluğumuz yok” diyenlerin imzayı koyanların kendisinin olmasıydı. Peki ama tüm bu tartışmalar ne anlama geliyordu?
Kyoto Protokolü, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’na taraf olan ülkeleri, farklı gruplara ayırmaktadır. Protokole göre “Gelişmişlik” düzeyine göre ülkelerin farklı yükümlükleri vardır. Bazı ülkelerin sera gazı emisyonlarında artışa izin verilirken, bazı ülkelerin sera gazı emisyonlarını 1990 yılı emisyon düzeylerine göre belli oranlarda azaltması gerekmektedir. Bu oranlar ülkeden ülkeye değişmektedir. Protokole göre, 1990 yılı sera gazı emisyonlarının yaklaşık %5 oranında düşürülmesi hedeflenmektedir. Türkiye’nin bu gruplandırmada “özel” bir yeri vardır. “Gelişmiş” ülkelerin yer aldığı Ek-A listesinde yer alan Türkiye, “geçiş ekonomisine” sahi olduğunu beyan etmiş ve bu beyanının kabulu ile Ek-A’da yer almasına rağmen belli bir emisyon azaltım oranı yükümlülüğüne sahip değildir. (“Geçiş ekonomisi”nden kasıt, serbest pazar ekonomisine tam geçişin gerçekleştirilememiş olmasıdır! Yani hala yeterince ticarileştiremediğimiz, özelleştiremediğimiz kastedilmektedir) “Sorumluluğumuz yok” söylemi buradan çıkmaktadır. Yani tartışmalarda bazen işin özü unutularak, bu durumdan nasıl “daha avantajlı” çıkılabileceğinin hesabı yapılmaktadır.
Bu “küresel ısınma tüccarlığı”na karşı, IPCC’nin (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) bulgularını bir kere daha hatırlatmakta fayda vardır. Panel’in iklim değişikliği ile ilgili kapsamlı raporlarından 2007’de yayınlanan dördüncü raporda, insan etkinlikleri ile meydana gelen net ısınmaya dair bilimsel veriler ortaya konmuştur. 2500’den fazla uzman görüşü ile 800 yazar tarafından (450’si asıl yazar) ve 130’dan fazla ülkeden katılımla hazırlanan bu rapor bu konuda gerçekleştirilmiş en kapsamlı çalışmadır. Çalışmaları IPCC’ye 2007’de Nobel Barış Ödülü’nü kazandırmıştır. Adı geçen kapsamlı rapordaki çok sayıdaki çarpıcı vurgulardan sadece bir kaçı şunlardır:
* Çoğu bölgede aşırı yağış sıklıkları artmıştır
* 1900’den 2005’e, Kuzey ve Güney Amerika’nın doğusunda, Kuzey Avrupa’da, Orta ve Kuzey Asya’da yağışlar belirgin şekilde artmış; Sahel’de, Akdeniz’de, Güney Afrika’da ve Güney Asya’nın bazı bölgelerinde azalmıştır
* Küresel olarak, kuraklıktan etkilenen toplam alan 1970’den beri artmış görünmektedir
* Küresel ortalama deniz suyu seviyesi yükselme oranı 1961’de 1.8 mm/yıl iken, 1993’te 3.1 mm/yıl’a çıkmıştır.
* 21. yüzyıl sonundaki deniz seviyesi artışına ait projeksiyonlar 18-59 cm arasındadır.
Yine raporda yer alan bilimsel tahminlere göre:
2020’de Afrika’da;
* 75-250 milyon insanın yaşadığı “su stresi” artmış olacak
* Bazı ülkelerde, yağmura dayalı tarım ürünlerindeki verim %50 azalacak
2050’de Asya’da;
* Projeksiyonlara göre tatlı su kaynakları azalacak
* Kıyı bölgeleri, özellikle nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu büyük delta bölgelerinde büyük deniz taşkını riski altında olacak
Yani kimilerinin iddia ettiği gibi küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle ilgili iddialarda bir “abartı” söz konusu olmalıdır. Daha fazla zaman kaybedilmeden, hem ülkeler düzeyince hem de küresel olarak çevre sorunlarına bakış ve “sürdürülebilir kalkınma” retoriği sorgulanmalıdır. Durum, ticari bakış açısını ya da “imzaladık ama korkmayın birşey yapmamıza gerek yok” söylemini kaldıramayacak kadar önemlidir.
Kentleşme, madencilik, tarım, çevre, sanayi ve enerji alanlarında üretim-tüketim ilişkileri göz önünde bulundurulmadığı, bilimsel bilgi ve verilerle sağlıklı analizler yapılmadığı, doğru, akılcı, kamusal politikalar oluşturulamadığı ve bütünleşik bakış açısıyla hayata geçirilemediği sürece sorunun çözülemeyeceği açıktır.
Tüm bu nedenlerle “küresel ısınma” söylenceleri ile felaket senaryoları yazanların, önce ekolojik krizi yaratan sonra da “timsah gözyaşları” döken politikacıların, kar hırsı ile gözü dönmüş sanayicilerin, doğayı ve yaşam alanlarımızı yağmalayan uluslararası tekellerin ve “eli çantalı çevreciler”in yarattığı bu iklim, bizim iklimimiz değildir. Bu yıl yine, Dünya Çevre Günü temasına da damgasını vuran bu iklimin dışında ve ötesinde başka bir “iklimin” mümkün olduğunu biliyoruz ve mücadeleye devam ediyoruz.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu