1982’nin nisan ayıydı ve 20’li yaşlarımızın henüz başındaydık. Sağmalcılar’dan, Sultanahmet’ten, Hasdal’dan, Davutpaşa’dan ve İstanbul’un her neresinde hangi kışla zindana dönüştürülmüşse oradan; yüzlerce tutuklu, kelimenin gerçek anlamıyla boğazlara çöken havasız askeri sevk araçlarıyla, taze ‘temerküz merkezi’ Metris’e getirildik. Metris ‘siper’ demekti ve bizi ellerindeki cop ve kalasların ritmik vuruşları eşliğinde ‘hazır ol, rahat’ komutlarına uydurmak; 13/1 askeri talimatnamesinde yazılı kurallara itaat eden ‘tutuklu personel’ haline dönüştürmek; hadi adıyla söyleyelim, ellerine geçirdikleri herkesi kendisi olmaktan çıkarıp birer ‘lan’ haline dönüştürmek için yüzlerce asker, işte bu karanlık ‘siper’in içinde sabırsızca beklemekteydi.
Bir yudum oksijene hasret, terden sırılsıklam giysilerimiz, arkadan kelepçeli ellerimizle, her deliği kapalı, yürüyen bir hücreye benzeyen sevk araçlarından itile kakıla indirilirken, kapatıldığımız havalandırmada gözlerimiz bir yandan hücum eden gün ışığına alışmaya çalışıyor, bir yandan da tanıdık yüzler arıyordu.
İlk gözüme çarpanlardan birisi lise arkadaşım Cem Yılmaz oldu ve o kısacık bakışmada anladık ki, az sonra başımıza geleceklere hazırdık.
Metris kalabalıklaştıkça zulüm arttı ve aynı Diyarbakır ya da Mamak gibi, 12 Eylül faşist cuntasının işkence laboratuvarlarından biri olarak nam yaptı. Yıllar sonra zulümkârların yaptıklarının anlamını, Metris Askeri Ceza ve Tutukevi’nde o dönem psikiyatrist olarak görev yapmış olan Mehmet Bekaroğlu, “Benden komünizm hastalığını tedavi etmemi istediler” diye özetleyecekti. Bu ‘hastalık’ dayak ve işkenceyle tedavi edilmeye çalışılıyordu kuşkusuz ya, tedavi olmamakta ısrar eden bu genç devrimciler aç kalarak, kapıların ardına bedenleriyle barikatlar örerek, sloganlar atarak direnirken, adına ‘tretman’ dedikleri psikolojik işkence programının denek tahtası haline getirilmişlerdi.
Aradan yıllar geçtikçe atılan dayakların acısı dindi, işkence izleri silindi belki ama, faşist cuntanın bu en saldırgan yıllarında Metris’te kalanların hafızalarına yaşanan tüm acıların yanı sıra üç önemli ayrıntı demir attı. Birincisi; dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Haydar Saltık’ın cezaevi hoparlörlerinden günde beş vakit bağıra çağıra okunan ‘Tutuklu personelin dikkatine’ diye başlayıp ‘Hiçbir taviz verilmeyecektir’ diye sonlanan bildirisiydi. Bu bildiriyi kaleme alanlar iyi anımsayacaklardır; ‘taviz verilmeyecektir’ sözlerinin koca bir palavradan ibaret olduğunu... İkincisi; 28 gün süren açlık direnişini kırmak için koridorlarda gezdirilen köfte ve kahve arabalarının, mazgallardan sızan ve objektif olarak düştüğü direniş karşıtı konum nedeniyle insanı neredeyse tüm yiyeceklerden soğutan ağır kokusu. Bu kokular mide salgılarımızı harekete geçirmek, eylemimizi işkence haline çevirmek içindi. Ama yine anımsayacaklardır ki, hiç kimse mazgalı çalıp, ‘Bana bir yarım ekmek köfte sarsana’ basitliğine düşmedi. Ve üçüncüsü; tekrar tekrar, hiç abartısız günde yüz kez koridorlarda kulakları sağır edecek kadar yüksek bir volümle çalınan Müşerref (Tezcan) Akay’ın ‘Türkiyem, Türkiyem cennetim, benim eşsiz milletim’ kıvamındaki bir dizi ahmak sözlerle uzayıp giden ‘Türkiyem’ şarkısı... İşte bu iğrençlikle baş etmek hiç de kolay olmamıştı.
Alma mazlumun ahını!
İşkence seanslarının eşliğinde çalınırken herkesin sinirlerini tel tel geren, işkencecilerin resmi şarkısı ‘Türkiyem’den mağdurlar adına ilk intikamı alma şerefi gazeteci Ahmet Tulgar’a aittir. Kendisi de bir ‘Metriszede’ olan Tulgar, faşist cunta günlerinde o iğrenç işkence merkezinin ‘sakinleri’nde birikmiş nefreti, Milliyet gazetesi için hazırladığı röportaj sırasında -muhtemelen hiç beklemediği bir anda- Akay’ın kucağına bırakıverdi.
Cuntanın gözde şarkıcısı Akay, 12 Eylül döneminde bayrak yasasına aykırı olmasına rağmen, sahneye Türk bayrağı desenli elbiselerle çıkma ayrıcalığına da sahipti. Hatta Gırgır dergisi 487. sayısında bu absürd hali kapağına taşıdığı için kapatma cezası bile aldı. Cunta bülbülü, damarlarından fışkıran hâki renk sayesinde haber değeri taşıyordu ve Tulgar, şahane röportajında ona, en meşhur parçası ‘Türkiyem’in tutuklulara işkence amacıyla dinletildiğini anımsattı. Akay, bu soruyu “Özür diliyorum. İktidar kullandı benim şarkımı” diye yanıtladı. Ancak Akay’ın asıl çarpıcı yanıtı, “Neden o zaman karşı çıkmadınız bu istismarlara, hoşunuza mı gidiyordu iktidarın eteklerine yapışmak?” sorusuna geldi. Karşılıklı bir kullanma durumunun olduğunu itiraf eden Akay, şöyle diyordu: “Karşı çıkmadım çünkü bu benim yapmak istediğim bir şeydi. Kimse emretmedi bana. Ben iktidara destek vermek istedim. Hâlâ yapıyorum.”
Madem öyle gel böyle!
Tulgar, yapılması gerekeni yapmış, soruyu sormuş, yanıtını almış, söyleşi gazetesinde virgülüne dokunulmadan yayımlanmıştı. Fakat o işkence şarkısı, telif hakları her kimin elindeyse yeniden çoğaltılabilir, yeni bir darbe durumunda ya da -zaten darbe gerekmez- bu darbeder ülkenin herhangi bir bodrum katında işkencecilerin gaddarlıklarına meze olabilirdi. Sadece bu ihtimali ortadan kaldırmak için değil, cunta yıllarında o şarkı çalarken işkence gören tüm tutukluların yüreğine su serpmek ve bu ucuz şarkıyı kesin olarak tarihe gömmek için; eski bir Metris tutuklusu devreye girdi ve Müşerref Akay’ın ‘Türkiyem’ şarkısının da içinde bulunduğu kalıbı, parasını beş beş sayıp satın aldı. Bu albümün kalıbını bir daha yayınlanmamak üzere satın alan kişi Metris’in kapısından içeri ilk adımları birlikte attığımız Cem Yılmaz’dan başkası değildi.
Anadolu Müzik adlı yapım şirketinin sahibi olan Cem Yılmaz, Metris günlerini ve 12 Eylül şarkıcısı Müşerref Akay’ı anlattı...
‘En iyi benim askerim döver’
“Sultanahmet Cezaevi Müdürü bizi Metris’e gönderirken, elinde düdükle askerlere komut vererek, hem zorla saçlarımızı kestirdi hem de koridorlarda bir saatten fazla işkence yaptırdı. Üstümüz başımız paramparça, yüzlerimiz kan içindeydi. Askerlerin zafer edasıyla gülümseyişlerine ve bizim o hırpalanmış halimize, cezaevinin karşısında bekleşen, içlerinde babamın da bulunduğu ailelerimizin tanık oluşunu hiç unutmam. Sultanahmet Cezaevi yönetimi, bizi işkenceyle yolcu ederken belli ki Metris’teki meslektaşlarına şu mesajı vermek istiyordu: ‘Size gerek kalmadı, biz gerekeni yaptık!’
Metris’e geldiğimizde önce girişteki havalandırmaya konulduk. Burada karşılaştığımız arkadaşlarla birlikte gözlerimizle anlaşarak birbirimize direnme sözü verdik. Sıkı bir üst aramasının ardından çok sayıda eşyamıza el koyup koğuşlara dağıttılar. Burası yeni bir cezaeviydi ve bizden önce sevk olanların başına gelenlerden ötürü de ağır problemlerle boğuşacağımız çok belliydi.”
15 kişilik koğuşa yüzlerce asker
“Metris’e sevkimizin ardından 15 gün görece durgun bir süreç yaşandıktan sonra cuntanın ‘bağımsızlaştırma’ politikası gündeme geldi. Bu politika, tüm ülkeye uyguladıkları depolitizasyonun cezaevlerindeki uzantısı gibiydi. Bunun ancak dayak ve işkence yoluyla mümkün olabileceğini daha önceden planlamışlardı. Bir gün ansızın operasyonlar başladı. Sayımlarda 15 kişilik koğuşlara yüzlerce asker ‘Her şey vatan için’ nidalarıyla giriyor, hazırola geçirmek ve ön ilikletmek için tutukluların üzerine saldırıyorlardı. Niyetleri bizi sıradan askerler gibi, verilen her komuta itirazsız uyan, kimliğini, kişiliğini reddetmiş, düşünmeyen, itiraz etmeyen birer robot haline çevirmekti. Her sabah ve akşam sayımı ile öğle vakti karavana saatinde saldırıyorlardı. Direnişle yanıt verdik, hiçbir emirlerini yerine getirmedik. ‘İnsanlık onuru işkenceyi yenecek’ sloganı işte tam olarak bu direniş günlerinde doğdu. Koğuşlardaki herkesi hazırola geçirme bahanesiyle tekmeliyorlar, içlerinden sökerek aldıkları bazılarını da koridorda akıl almaz işkencelere tabi tutuyorlardı.”
12 Eylül’ün ‘hit’ şarkısı
“İlginç olan, bu işkenceler sırasında bir yandan koridorlar acı içinde çınlarken, diğer yandan hoparlörlerden Müşerref Akay’ın ‘Türkiyem’ şarkısı duyuluyordu. Zaman zaman kendi sinirlerine de dokunan bu şarkıya ara verirlerse, ‘Bir mumdur, iki mumdur’ gibi parçaları da çaldıkları olurdu. Ama Kenan Evren çetesinin Metris’teki suç ortaklarının hit şarkısı hiç kuşkusuz ‘Türkiyem’di.
Saldırılar iyice artınca süresiz açlık grevi kararı aldık. Fakat dayak ve işkence açlık grevinde bile sürdü. Yine koğuşlara yüzlerce asker geliyor ve herkesi sıra dayağından geçiriyordu. Öncesine göre tek fark, artık işkencecilerin başında bir de cezaevi doktorunun olmasıydı.”
Doktorların ulvi görevi
“Doktor, birileri dayaktan bayılma noktasına geldiğinde müdahale ediyor, askerleri ‘sınırı’ aşmamaları yönünde uyarıyordu. Doktorun görevi işkenceye karşı çıkmak değil, işkencenin dozunu ayarlamaktı. Açlık direnişimizin onuncu gününden sonra istemeyerek de olsa işkenceye son verdiler. Çünkü ziyadesiyle halsiz düşmüştük. Fakat açlık grevinin son gününe kadar Haydar Saltık imzalı ‘Hiçbir taviz verilmeyecektir’ diye sonlanan bildiriyi okumaktan, koridorlarda köfte arabaları dolaştırıp eylemimizi kırmaya çalışmaktan ve Müşerref Akay’ın ‘Türkiyem’ şarkısını hoparlörleri sonuna kadar açıp çalmaktan asla vazgeçmediler.
Tüm bunlara karşın moralimizi ve direncimizi korumayı bildik ve 28 gün süren açlık grevini zaferle noktaladık. Eylemi bitirdiğimiz gün koğuşlar bayram yeri gibiydi. Herkes birbirinin boynuna sarılıyordu. O gün ansızın şu sözün dilime takıldığını anımsıyorum: Zalimin zulmü varsa, bizim de direnişimiz var!”
‘Trilyon verseler basmam’
“Cuntanın işkenceler sırasında kullandığı ‘Türkiyem’ şarkısını tahliye olup müzik yapımcılığına başladığım andan itibaren aramaya başladım. Nihayet Müşerref Akay’ın bu şarkısının da içinde olduğu kalıbın izini buldum. Niyetim bunu satın alıp tarihe gömmekti. Fakat çok istekli görünüp, beş para etmez bu şarkıya hak ettiğinden fazla para vermek istemiyordum. ‘Türkiyem’in telif haklarını elinde tutan yapımcıyla temas kurdum ve ‘Arşivim için’ diyerek, başka kalıplarla birlikte bunu da hayli ucuz bir fiyata kapattım. Artık ‘Türkiyem’in kalıbını basma hakkı bende ve trilyon verseler asla bir daha bu şarkının CD ve kaseti basılmayacak. Geçmiş olsun işkencecilere; çünkü insanların morallerini bozmak için başka şarkı bulmak zorundalar artık...”
ERTUĞRUL MAVİOĞLU