22 Eylül 2009 Salı

Yıllarca korkudan susan kayıp yakınları yaşadıkları acıyı anlatıyor


Ergenekon soruşturması, hukukun dışına çıkan, halka karşı suç işleyen askeri personelin, korucuların mahkemelerde hesap vermeye başlaması, JİTEM’in yeniden sorgulanması, Türkiye’yi faili meçhul cinayetler gerçeği ile bir kez daha yüzleştiriyor. Yıllarca eşlerinin, çocuklarının kaybolduğunu söylemekten bile çekinenler bugünlerde sorumlulardan hesap sormak için her kapıyı çalıyor. Çocuğunun nasıl öldüğünü bile öğrenemeyen, bayramlarda ziyaret edecek bir mezarı bile olmayan babalar; eşinin cesedini görüp sahip çıkamayan, bunun yerine köyünü terk etmeyi seçen kadınlar hikâyelerini artık yüksek sesle anlatabiliyor.

İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şube Başkanı Muharrem Erbey’e ‘Fırat’ın doğusunda’ 1990’lı yıllarda büyük acılar yaşandığını söylüyor. JİTEM davasının müdahil avukatı Tahir Elçi ise, birçoğuna ilişkin hala ellerinde dosya bulunmadığını belirtiyor. İnsanların yıllarca korktukları için konuşamadıklarını belirten Elçi, “Şimdi Ergenekon davasından cesaret tek tek de olsa ortaya çıkıp yaşadıklarını anlatabiliyorlar” diyor.

Korkudan köyü terk etti

Savcıların 1990’lı yıllarda tüm şikâyetlere rağmen ellerindeki verileri kullanmadığını belirten Erbey, “Yargı geçmiş yıllardaki başvuruları değil soruşturmak, değerlendirmeyi bile göze alamadı” dedi. Erbey, son dönemde ortaya çıkan gerçekleriyse şöyle anlatıyor: “Son bir yılda 50’ye yakın başvuru aldık. Bunlar içerisinde ilk kez ortaya çıkan 10 kayıp var. ‘Niye şimdiye kadar başvurmadınız?’ dediğimizde, ‘Korktuk’ yanıtını alıyoruz. Geçen günlerde bir bayan geldi. Köyü basıyorlar, insanları öldürüyor, sonra yakıyorlar, dumanları üzerindeyken köylüleri topluyor, ‘örgüt elemanları kendileri hesaplaşma yapmışlar, gelin bakın içlerinden tanıdığınız var mı’ diyorlar. Kadın kocasını görüyor, tanıyor, hiç bir şey söyleyemiyor eve gidip eşyalarını topluyor ve ayrılıyor. Bir daha geri gelmiyor. Korkudan hiçbir yere dilekçe vermemiş bunca yıl. Ama Ergenekon davası, ardından da o dönemde bölgede görev yapan Albay Cemal Temizöz’ün tutuklanmasından cesaret alarak geldi başvurusunu yaptı.”
JİTEM davaasında müdahil avukat Tahir Elçi, Ergenekon soruşturması ile birlikte mağdurların cesaret kazandığını savunuyor. Elçi’ye Arif Doğan, Veli Küçük, Levent Ersöz, Cemal Temizöz gibi bölge insanlarının yakından tanıdığı eski askerler tutuklanınca bölgede büyük heyecan yaşandı. İnsanlarda bazı şeylerin değişebileceği, soruşturabileceği inancı oluştu. Ölenlerin yakınları daha cesaretle, daha rahat adliyelere akın etti.

İHD Diyarbakır Şubesi’nde kayıplar ve faili meçhul cinayetler ile ilgili bir masa kurulmuş. Bu masada gönüllü çalışan Necibe Güneş her gün onlarca kayıp yakınının kendisine gelerek bir haber alınıp alınmadığını sorduğunu anlatıyor. Güneş’in önünde yüzlerce dosya ve fotoğraf var. Bir de çocukların mektupları. Güneş şunları anlatıyor:“Yıllarca korkudan kimseyle bir şey paylaşamamışlar. Bir gün bir çocuk kapıyı çaldı ve ‘babamın resmini görebilir miyim, hiç görmedim merak ettim’ dedi. Gözlerim doldu.”

Gelen onlarca mektup arasından Musa Koluman’ın kızı Felek Koluman’a ait olanı gösteriyor: “...Ben anne karnındayken bu olay olmuş. Ben hiç baba şefkati görmedim. Bu kötü insanlardan bazıları beni bu şefkatten mahrum etti. Ben her gün ve her gün babamın resmine bakıyorum. Acaba babam nasıl biri diye düşünüyorum. Ben babamı çok özlüyorum. Lütfen sizden ricam bana babamı bulun...”

Nişanlısı hâlâ bekliyor

Diyarbakır’da Mustafa Bayram’ın evine girince, duvarda iki çocuğun fotoğrafı göze çarpıyor. Özenle çerçevelenmiş. Mustafa Bayram’ın oğlu Mehmet Şirin Bayram, henüz 18 yaşındayken, 1 Kasım 1996 günü, Kulp’un Demirci köyünde gözaltına alınmış ve bir daha kendisinden haber çıkmamış. Bayram yaşaran gözlerini saklayarak Şirin’in hikâyesini şöyle anlatıyor:

“Ağabeyi 18 yaşında dağa çıktı. Peşinden gittim ama engelleyemedim. İki yıl sonra Elazığ’ın Karakoçan köyünde çatışmada öldü. Cesedini bulamadık. Gerilla tarafından mektup gönderildi: ‘Vuruldu ama sivil halkın eline düştü’ diye. Onun üzerine defalarca o köye gittim. Şu mezara gömdük diyen olmadı. Korktular, söyleyemediler. Şirin’i de alıp Kocaeli’ne, yanımda inşatta çalışmaya götürdüm. Şirin çok güzel bir çocuktu. Sevdalanmış. Bana kızı isteyin dedi. İstedik,verdiler. Nişanlanmak için gelmişti. Köye gitti. Ağabeyi dağda öldüğü için 65 yaşındaki Ramazan Tekin’in evindeyken, her ikisi de korucular tarafından gözaltına alınmış. Bize haberi geldi. Kulp İlçe Jandarma Karakolu’na götürülmüş. Beş gece nezarette kalmış ve sonra haber alamadık. Başsavcılığa günlerce gidip dilekçe verdik ama ‘Böyle bir isim yok’ dendi. Kulp Jandarma komutanlığı, ‘Siz askeriyeyi şikâyet ediyorsunuz’ diye abime baskı yapıyordu. Baktım, çocuğum gitti abim de gidecek. Vazgeçtim. Ardından JİTEM beni de aramaya başladı. Evi basıp, ‘onu da oğlunun yanına göndereceğiz’ demişler. İki yıl kaçtım ve İstanbul’da çalıştım. Ama gün geldi, artık yoruldum, tıkandım, hastalandım. Öyle olunca döndüm. İki oğlumu kaybettim ama hiçbirisinin mezarı yok. Bayram günlerinde mezara giden halkı gördüğümde içim sızlıyor, yönümü çeviriyorum. Mezarlığa gittiğim zaman bir şey gırtlağımda düğümleniyor. Umudumu kesmişim ama bazen düşündüğüm vakit; Allah tarafından yeraltında, cezaevindedir belki çıkar gelir diye bekliyorum. Nişanlısı da aynı. Evde. O da ‘Ya diri ya deri(ölü) haberi alınmadan evlenmem’ diyor. Şimdi kuyular açılıyor, kemikler çıkıyor. Mümkün mertebe ‘bu davanın peşini bırakmayacağım’ diyorum. 13 yıldır her telefon çaldığında ‘acaba Şirin’den bir haber mi var’ diye açıyorum. Sık sık düşlüyorum bir savcı veya avukat beni çağırsa, dese ki ‘senin çocuğun için şahit çıktı’ o zaman biraz rahatlayacağım. Gece yattığımda sorular dolanıp duruyor kafamda. Kurşunla mı, zehirle mi, sopayla mı, boğularak mı, nasıl öldürüldü. Acaba yara aldı susuz, aç, yaralı günlerce can mı çekişti, acaba elini ayağını bağladılar sırt üstü bıraktılar uzun zaman da acı çekerek mi can verdi, çok acı çekti mi yoksa bir kurşunla mı gitti, boğazını mı kestiler, diri diri bir yerlere mi gömdüler... Bir görgü tanığı çıksa ve acı çekmeden öldü dese, ‘şükürler olsun rabbim sana’ diyeceğim.”

Çocuklarının önünde işkence

Bir başka kayıp ise Kuddusi Adıgüzel. Eşi Muhlise Adıgüzel, kocasının 16 yıldır kayıp olduğunu anlatıyor. Ayakta kalmaya çalışan Adıgüzel ailesi, Kulp’ta yaşarken, işsizlik sorunu nedeniyle İnkaya köyüne dönmüş ve Çiçek mezrasına yerleşmiş. Köylünün ihbarı üzerine bir gece jandarma evi basmış. Muhlise Adıgüzel o geceyi şöyle anlatıyor:

“Korucular kapıyı kırarak içeri girdiler. Eşimin ellerini kollarını bağladılar. ‘Öldürmeyin’ diye yalvardım ama bana ‘ifadesini alacağız bırakacağız’ dediler. Elleri bağlı bir şekilde evin ortasında, çocuklarının gözü önünde naylon torba eritip üzerine damlattılar. Sürekli, ‘PKK’lıların yerini biliyorsun’ diyorlardı. ‘Haberim yok’ dedikçe de devam ettiler. Sonra da ‘Mirza Ateş’in evini göster’ diye devam ettiler. Sabah ezanı sonrası dışarı çıktılar, peşlerinden çıktım ama beni bırakmadılar. Sonradan öğrendim Mirza Ateş’i de alarak Kulp’a götürmüşler. Oradan da helikoptere bindirerek Diyarbakır’da ki JİTEM merkezine... 110 gün orada kalmış. 110’uncu gün köyden bir kişi gözaltında görmüş. Kardeşi gitti ‘Operasyona gitmiş gelmediğine göre başınız sağolsun’ demişler. Karakola defalarca dilekçe verdim ama kabul eden olmadı. Sonra ‘peşine düşmeyin’ diye tehdit ettiler bizi.”

O günlerde Muhlise Adıgüzel, sekiz kişinin helikopterden atıldığını duyarak olay yerine koşmuş. Ama ölenlerin arasında kocasını bulamamış. Muhlise Adıgüzel’in tek umudu kemiklerinin bulunması ve çocuklarına ‘işte babanızın mezarı’ diyebilmek.

Lice’de evleri yakıldıktan sonra başka bir eve taşınan Ömer Söğüt, bağda çalışırken, bölgede askeri operasyon başlamış. Üç gün sokağa çıkma yasağının ardındna bağa giden Meyase Söğüt sadece eşinin, eşyalarını bulabilmiş. Operasyonda ölenlere tek tek bakmış ama aralarında Ömer Söğüt’ü yokmuş. Meyase Söğüt zorlu şunları anlatıyor:

“Birkaç ay çevreyi aradım. Altı ay geçti, dilekçe verdim ama kabul etmediler. Bir yüzbaşı vardı, karakola çağırdı ve dedi ki: ‘Niye arıyorsun, bir de devlete suç atıyorsun’. Bana küfür etti ardından bir güzel tokatını yedim. Yıllar sonra DGM’ye dilekçe verdim. Savcı benimle konuştu ve ‘Devlet mi senin eşini kaybetti? Emin misin’ dedi. Ben de ‘Eminim bir düşmanı yok, sabıkası yok, kim ne yapacak’ dedim. Savcı ‘Niye devlete atıyorsun, belki PKK götürmüştür’ dedi. Ben de ‘Gitse gençken giderdi’ dedim. Bir daha da çağırmadılar. Tehdit edilmeye başlandım. Çocukları da tehdit ettiler. Büyük oğlum 11 yaşındaydı gözaltına aldılar. Canım gitti, yarim gitti, sekiz çocuğum başımda kaldı. Yatacak yatak, yiyecek, ev bulamadık. Aç yatırdım çocuklarımı. Kapıcılık yaptım, temizlik yaptım, sokaklarda eskimo (donmuş limonata) sattım, simit sattım bu yaşına getirdim.”
Lice’nin Turali Köyü, Dahlezeri mezrasında yaşayan İkram ve Servet İpek kardeşler köyü basan askerlerin isteği üzerine, tüm köy halkı ile birlikte meydanda toplanmış. Amca Azamettin İpek’in anlattığına göre, askerler, ‘tepeye yükümüzü taşısın’ diye altı kişiyi seçmiş. Sonra Liceye kadar yük taşıttırmışlar. Lice’de üç kişiyi serbest bırakmışlar. Kalan üç kişi kayıp. Üçüncü kişi ise Seydahan Yokluk. İpek kardeşlerin davaları basının gündemine de geldi. Çoban olan Servet kaybedildiğinde 14 yaşındaymış, Ankara’da alçı işleri yapan İkram ise 17. Servet’in hiç fotoğrafı olmamış. Sonra da kendisi yokolmuş. Silüeti sadece hafızalarda kazılı. Diyarbakır’da yapılan kayıp eylemlerinde fotoğrafı yerine kırmızı bir karanfil resmi var...