5 Kasım 2009 Perşembe

Lizbonlu AB ne getirecek?

Üzerinde tam 8 yıl boyunca yoğun tartışmalar sürdürülen, fırtınalar koparılan, referandumlar yapılan Lizbon Sözleşmesi’nin en son Çek Cumhuriyeti tarafından hafta başında kabul edilmesiyle birlikte, 50 küsur yıllık Avrupa Birliği (AB), tarihinde yeni bir dönemece giriyor.

Çünkü bu sözleşme, bugüne kadar sürüp gelen AB mimarisinde bazı alanlarda önemli temel değişikliklerin yapılmasını öngörüyor. Bundan sonra AB tarihi “Lizbon Sözleşmesi’nden önce ve sonra” diye ikiye ayrılabilir. Her şeyden önce yeni sözleşmeyle birliğin AB’de karar verme biçimi ve mekanizması değişiyor.

Bugüne kadar “oy birliği” şeklinde işleyen karar alma biçimi Lizbon Sözleşmesi’yle birlikte “çifte çoğunluk” esasına geçiyor. Buna göre, bir kararın alınabilmesi için 500 milyonluk nüfusun üçte ikisine denk düşen ülkelerin üçte ikisinin oyu yeterli olacak.Bu karar mekanizmasının asıl olarak nüfusu fazla olan Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerin işine yaradığı biliniyor.

Bu ülkelerin destek vermediği hiçbir kararın kabul edilmesinin matematiksel şansı neredeyse bulunmuyor. AB’nin siyasi, askeri ve ekonomik olarak yerküre üzerinde diğer emperyalist güçlerle rekabet edebilmesi için birleşme yönünde daha fazla adım atması gerektiğine inanan büyük ülkelerin başını çektiği süreç, asıl olarak bundan 8 yıl önce, “Avrupa Anayasası” ile ifade edilmişti. AB ülkeleri arasındaki ilişkilerin her bakımdan daha sıkı bir hale gelmesi, Brüksel üzerinden büyük devletlerin egemenliğinin perçinleşmesini ifade eden Avrupa Anayasası’nın 2005’de Fransa ve Hollanda’daki referandumlarda reddedilmesi üzerine, “birleştirme” konusunda ısrarlı olanlar bu kez aynı hedefleri 2007’de Lizbon Sözleşmesi adı altında yeniden bir araya getirerek hayata geçirmek üzere süreci yeniden başlatmışlardı. En geniş paydada uzlaşmanın bir ifadesi olan Lizbon Sözleşmesi, buna rağmen öyle kolay bir şekilde hayata geçmedi. Halkların iradesini devre dışı bırakmak üzere anayasada yer alan kuralların “sözleşme” olarak adlandırılmasıyla birlikte, bu sözleşmenin İrlanda dışında, 26 ülkede hükümet ve cumhurbaşkanları tarafından onaylanması yeterli görüldü.

Özü, AB’nin dünya üzerinde diğer emperyalist odaklarla her açıdan rekabetini güçlendirmek üzere, askeri, ekonomik ve siyasi konularda “ortak hareket etmeyi” bir zorunluluk olarak dayatan Lizbon Sözleşmesi, çeşitli firelere rağmen büyük bir olasılıkla önümüzdeki aydan itibaren yürürlüğe girecek. Yine Lizbon Sözleşmesi ile birlikte AB’nin artık bir başkanı, bir de dışişleri bakanı olacak. AB başkanlığı için adı ilk olarak ortaya atılan İngiltere Eski Başbakanı Tony Blair, Irak işgali ve W. Bush’a yakınlığı nedeniyle gelen tepkiler karşısında devre dışı kaldı.

Bu adımın altında elbette İngiltere’de yüksek olan AB “şüpheciliği/endişeciliği”ni azaltmak yatıyordu. Yani transatlantik ilişkilerde hep ABD’ye yakın duran İngiltere’nin bu kez AB ile ortak hareket etmesinin, sembolik düzeyde de olsa başkan vesilesiyle çevrilebileceğini düşünenler, “İngiliz AB başkanı” formülünü ortaya atmışlardı.

Bunda istediklerini elde edemeyenler, bu kez AB Dışişleri Bakanlığı için İngiltere Dışişleri Bakanı David Milibrand’ın ismini öne çıkardı. Bir çok AB ülkesinin lideri de dışişleri bakanlığı koltuğuna, dış politika konusunda AB’den ayrı hareket eden İngiltere’den bir politikacının atanmasına sıcak bakıyor.

Bakalım bu durum, geleneksel İngiliz dış politikasının yörüngesini değiştirecek mi?

Ya da İngiltere bu yeni kurumu, AB’nin ortak bir dış politika sağlamaması için etkili bir şekilde kullanabilecek mi?

Lizbon Sözleşmesi, AB’nin 27 ülkesinin bundan sonra daha fazla tek merkezden yönlendirilmesi anlamına geliyor. Ancak, bu yönlendirmenin asıl olarak AB’nin büyük ülkelerinin çıkarlarına bağlı olarak gerçekleşmesinin koşulları şimdi eskisine göre daha fazla oluşmuş durumda. Ülkelerin kararları tanımama, uygulamama, reddetme lüksü artık bulunmuyor. Bu da “birleşme” yönünde atılan bu adımın bölünmeleri daha da derinleştireceği anlamına geliyor. Başka bir değişle, AB’nin bölünmesinin koşulları şimdi eskisine göre çok daha artmıştır. Lizbon Sözleşmesi ile ifade edilen daha militarist, saldırgan ve neoliberal bir AB’nin oluşturulması süreci halkların aleyhine hız kazanacağı anlamına geliyor.