17 Ağustos 2009 Pazartesi

Başkasının acısına saygı

12 Eylül'ün karanlığında saklanan son mektup geçen hafta adresine ulaştı. Bu mektup, 26 yıl önce Erdoğan Yazgan tarafından idamından önce ailesine yazılmıştı.
Aileye verilen mektup, bugünün Türkiye'sine 26 yılda 'neyi yapamadığını' da gösteriyor.

12 Eylül'ün baskıcı rejiminde, eylem yapmaktan Yazgan ve dört arkadaşı tutuklanarak hızla yargılandılar ve ilk duruşmada idam cezaları verildi.
Danışma Meclisi'nin onayladığı kararın hakimi ise başka bir siyasi davada rüşvet almaktan hüküm giydi.

'Bence yaşam bir idealle birleşince güzelleşir. Benim idealim halkımın mutluluğu, yurdumun bağımsızlığıdır. Bu idealin gerçekleşmesi için canımı ortaya koyarak mücadele ettim' diye başlıyor Erdoğan Yazgan'ın son mektubu.

Erdoğan Yazgan 21 yaşındaydı, bugün mektubu kendisinden daha yaşlı. Tam 26 yıldır 'sakıncalı' bulunduğu için verilmeyen mektup, Devrimci 78'liler Federasyonun'un çalışmaları sonucu ailesine teslim edildi.

Emekli öğretmen babası yıllarca oğlunun son mektubuna ulaşmak için didindi.
Bu mektubu okuyamadı üç yıl önce vefat etmişti.

Aileleri çeyrek asırlık mücadelelerinde yalnız bırakılmıştı.

Yazgan'ın mektubu 1980'lerden gelen bir uyarı günümüz Türkiye'sine.
Arkasında kalan acıları örtmeye alışkın topluma gelen 17. mektup.
Ve bu ülkede geçmişin acılarını yaşayan hattın ailelerden geçtiğinin de göstergesi.
Unutulmayan evlatların, gelmeyen oğulların yaslarının diziliminden bir Türkiye haritası çıkıyor.

Empati böyle acılar için beyhudedir. Bir tahayyül olarak kalır.
Kaybedilmiş evlat acısına dünyada en yakın, başkasının evlat acısı durabilir.
Bize kalan ise onların acılarına 'saygıyla' bakabilmekti.
Halbuki 1980 sonraki toplumsallığımızdan bu duyarlılık çözüldü.
Piyasa kurallarının düzenlediği toplum modeli 'başkalarına kayıtsızlık' üzerine işlendi.

Özelleştirmelerin toplumsal karşılığı, abartılı 'özel hayatın' ön plana çıkması oldu.
Modernleşmenin vaadi olan 'ahlak' oluşmadı, 'başkası, unutulandı'.
Oysa 'ahlak' başkasının varlığında ortaya çıkandır.

Başkalarının acılarına nasıl yaklaştığımız yakıcı, ahlaki bir soru günümüzde.
'Kimin acısı' olduğunu aklettiğimiz zaman ahlaki olandan süratle uzaklaşırız.
Toplumların yazgı birlikteliği kaybettikleri evlatlarını haklılık/haksızlık, mazlumluk/zalimlik kamplarına sapmadan görebilmektir.
Şimdi ülke olarak bir eşikte duruyoruz, aşabilecek miyiz?
Toplumsallığımızın yitik değerlerini, yitik çocuklarını hala yaşatan aileler gibi hatırlayabilecek miyiz?

'Yaşanmış ortak kederi' insani, ahlaki olanın zaferine katabilir miyiz?
Yoksa öfke, intikam ve kan davasının körüklediği karşılıklı ırkçı milliyetçiliklerin dilinde savrulacak mıyız?

Ahlak, böyle garantisi olmayan belirsiz süreçlerde ortaya çıkar.
Belirsizlik olduğu için ahlaki olmalıyızdır. Baskı ve tahriklere dayanabilen insanların gücü ve esnekliğiyle başkalarının acılarına bakabiliriz.
Aynı davada idam edilen Ramazan Yukarıgöz'ün annesine mektubu da Mart 2009'da verilmişti.

Annesi 'Bu mektubu alana kadar ölmedim. Bunu yapanların yargılanmasını görene kadar da ölmeyeceğim! Benim yavrum onuruyla geldi, onuruyla gitti. Başım her zaman dimdik' demişti.

Bu ülkenin yaslı insanlarının 'haysiyetlerini onarmak' ertelenemez ahlaki bir zorunluluktur.