İnsan hakları kavramı ve insan hakları düşüncesinin Fransız aydınlanması tarihe geçtiği bilinir. Kapitalizm öncesi toplumsal ve ekonomik formasyonlara kaşı burjuva mülkiyetinin insanın başlıca haklarından birisi olarak içeriklendirilen insan hakları kavramı, onu gündelik toplumsal; hayatin bitişik alanlarının ilişkilerini düzenleyenler tarafından terk edilmesinden ya da burjuvazinin devrimci barutunu tüketerek gericileşmesinden bu yana, dünyayı yalnızca tanımlamakla yetinen ve onu değiştirmek için parmağını kımıldatmayan filozoflarca sahiplenildi ve dünya gericiliği kaşısın da kelimenin tam anlamıyla bir yakınma/sızlanma aracına dönüştürülerek geçiştirilmeye devam ediliyor.
Kapitalizmin tekelci aşamaya varmasıyla her türlü tarihsel ve toplumsal gelişme karşısında bütünüyle gericileşmesiyle birlikte, insan hakları kavramının, ilk kurulduğu dönemlerdeki "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" şeklinde bayraklaştırılan ilerici içeriğiyle dosdoğru düşman kutuplara düşen burjuvazi, insan hakları kavramını bir bütün olarak terk etmedi. Aksine, proletarya ve ezilen halklar üzerinde uyguladığı yoğun sömürü ve baskıyı sıkıntısız bir biçimde sürdürmek için, kendi karşı-devrimci demagojik propagandalarında insan hakları kavramına önemli bir yer ayırdı. ABD emperyalizmi, Birleşik Devletler Bağımsızlık Bildirisi'nde yer alan, "Bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Yaratan, insanları, başkalarına devredemeyecekleri bazı haklarla donatmıştır. Hayat, hürriyet ve mutluluğu arama bu haklar arasındadır" ibareleri bugün hala duruyor. Tabii, ABD emperyalizmi, dünya halklarını boyunduruk altına alarak köleleştirmek için barbarlığını hiç bir çeşidinden geri durmuyor. Çağdaş tekniğin mücizelerinin yarattığı savaş araçlarıyla, birkaç gün içinde Irak'ı yerle bir ederek, on binlerce insanı öldürüyor ve geriye kalanların da yaşama olanaklarını imkansızlaştıyor. Küba'ya ekonomik abluka uyguluyor; Afganistan’ı, Irak’ı, işbirlikçisi devletlerden de aldığı insan gücü desteği ile işgal ederek, Afganistan-Irak halklarının "doğuştan var olan ve başkalarına devredemeyecekleri" egemenlik haklarını eşkıya’lıkla " gasp ediyor ; Suriye, İran ve boyun eğmeyen diğer ülkelere tehditler savurmkatan geri durmuyor. Beri yandan da iki yüzlü ve sahtekarca insan haklarından bahsediyor.
Emperyalist burjuvazi ve değişik ülkelerdeki işbirlikçileri, dünya proletaryası ve ezilen halklarını sömürü ve siyasal baskı altında tutmaya devam edebilmek için, yaygın bir insan hakları savunucu cephesi oluşturarak, "baldırı çıplaklar" ın sömürüye ve baskıya karşı başkaldırılarının, mülkiyet haklarına karşı saldırı olduğu yolunda yoğun demagojik propagandalar yürüterek, burada insan haklarının ihlal edildiğini söyleyerek, tartışmalarda kendisini olumlayarak haklı göstermeye çalışıyor. Egemenlik durumlarını sürdürmek için çağdaş tekniğin bütün olanaklarını bu iki yüzlü propagandaları için kullanarak, bir ölçüde etkili olmalarını da sağlıyor.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve onun iktidar aygıtı olarak Türk devleti de, bütün dünyadaki gerici ve faşist iktidarı gibi insan hakları savunucusu olduğunu, insanların doğuştan var olan haklarına karşı:, saygılı ve onları güvence altına alma politikasına sahip olduğunu ve hatta dünyadaki bütün devletlere göre bu konuda daha yüksek erdemlere sahip olduğunu bıkmadan söyleyip duruyor. Ama, bugün Türkiye'de yaşananlara bakıldığında, söylenenlerin yalan ve demagojiden ibaret olduğu çok rahatça görülecektir.
Fazla uzaklara gitmeye gerek kalmadan İHD'nin verilerine göre 2008 yılının ilk 10 ayında 32 bin 115 hak ihlali yaşandı. Bu veriler ve Türk devletinin uygulamalarına bakıldığında, Türk egemen sınıflarının insan hakları anlayışının, sömürücü ve baskıcı düzenlerini korumak anlamına gelen "mülkiyet hakkı" olduğunu, geri emekçi kitleleri oyalamak ve kandırmaktan başka bir anlama gelmediğini anlamak hiç de zor olmayacaktır.
Türk egemen sınıflarının militarist güçleri, yoksul Kürt emekçilerine zulüm kusuyor. Çatışmalarda katlettiği gerillaların cesetlerine parçalıyorlar, 10 yaşındaki çocuklara işkence yapıp, kolunu bacağını kırdığı gibi olmadı, örgüt üyeliğinden zindana kapatıyor. Kürt emekçilerini işkence ve zulümden geçirmekten, kitlesel tutuklamalardan geri kalmıyor.. Ama onlar hala "insan hakları savunucusu" olduklarını söyleyemekten besi görmüyorlar. Peki bütün bunlar ne için yapılıyor ? Zorla işgal ettiği toprakları kendi mülkiyetlerinde tutmak için. Yani, Kürdistan üzerindeki " mülkiyet hakkını " korumak için yapıyor.
Dahaısı, devrimcilere ve komünistlere yapılan işkenceler ve kurşunlamalar artık açıktan savunuluyor. Devrim ve demokrasi mücadelesi yürüten devrimcilere ve emekçilere yönelik infaz, baskı, tutuklama ve saldırı furyası , devletin güvenlik güçlerinin gözetiminde, gizlemeye gerek görülmeden uygulanıyor. Adalet bakanı ,” ben devlete söz söyletmeme” diyerek nerede durduğunu ve insan haklarında, düşünce özgürlüğünde ne anladığını gösteriyor. Devleti eleştiren ve haklarını arama ve koruma mücadele çağrısı yapan aydınlar 301 de yargılanıyor, zindan korkuluyla terbiye edilmeye çalışılıyor. Sendikal haklar için mücadele eden memurlara hayvanca saldırarak kafasını gözünü yarıyorlar. Kriz bahane edilerek işçileri sokağa bırakarak topluca açlığa mahkum ediyorlar. Bütün bunları yazan/teshir eden basın yayın organlarına ardı arkası gelmeyen toplatmalar ve kapatma davaları açılıyor. Düzenin sınırları içinde muhalefet isteyenlere bile yaşam hakkı tanınmıyor. Tüm bunlar elbette burjuva kapitalist kurulu düzeni korumak için yapılıyor. Bunlar sınıf çatışmalarının, doğrudan görünümleridir. Sistem kendisini sürdürmeye devam ettikçe de böyle olacaktır.
Kendilerini insan haklarının gerçek savunucularıymış gibi gösteren burjuva liberal aydın yazar, çizer takımı, burjuva mülkiyet hakkını kutsadıkları veya mutlak gördüklerinden, uluslararası kapitalist burjuvazinin egemenlik durumuna da dokunmuyor. Bu bağlamda, haliyle onun insan hakları savunusu da, içi boş ve kof bir savunu olmaktan öteye geçmiyor. En sonu, burjuvazinin egemenlik durumunu ve kurulu düzeni pekiştirmeye hizmet ediyor. Çünkü burjuvazinin, bütün insan hakları ihlallerini kendisinin mülkiyet hakkını korumak üzerinde gerçekleştirdiğini, bu anlamda uzlaşmaz sınıf çatışmalarının doğrudan sonuçları olduğunu gizlerler onlar. Bu bakımlardan, özellikle bu kesimlerin her yıl insan hakları haftasındaki açıklmalar bir ölçüde bazı gerçekleri açıklasa da, kurulu düzenin zor üzerinde yükselen bir devrimle yıkılması ve sömürücü egemen sınıfların egemenlik konumlarından uzaklaştırılmasına bağlanmadığından bu etkinliklerin düzenleyicileri, gerçek anlamda insan haklan savunucuları olamazlar.
Komünistlerin insan hakları savunusu ile burjuva liberal aydınların insan hakları savunusu arasındaki ayrılık temele ilişkindir. Çünüki bütün insan hakları ihlalleri, kapitalizmin doğrudan sonuçlarıdır. Günümüzde insan haklarının ihlal nedeni emperyalist kapitalizmdir. Sistemle böyle bir nedensellik bağına sahip bir toplumsal sorunu, sistemin varlığını koruyarak çözmenin olanaklı olduğunu söylemek bir aldatmacadır. İnsan hakları mücadelesi, kapitalizmin bütün sonuçlarına karşı mücadele ile birlikte yürüse devrimci bir içeriğe kavuşur.